30 Kasım 2012 Cuma

YAZDIM: GÖKKUŞAĞINA KIRGIN

İlkokuldan kalma tarih bilgimizle
Konuşuyoruz durmadan işte
Manşetler yönlendiriyor fikrimizi,
Filler tepede bizimçin tepişirken sanki
Acımadık öldürdük birbirimizi

Yobazın sağı solu olmaz dini, imanı
Tamam düşündüğünü savunacaksın belki aşkla
Ama dost, fırtınaların en güvenli limanı
Acımayacak, yıkacaksan onu başka !

Bak ondan, şundan, bundan beklerdim
Bir rakı sofrasını terk etmeyi
Hiç düşünmez kara kaplıya eklerdim
Bil, sana yakıştıramadım bu gitmeyi

Bazen en ikircikli duyguları ve çelişkiyi
Aşık çeşidi basit şiirler anlatır
Dostluk, gerektirir fikri bölüşmeyi
İnsanı nedense dost bildikleri kanatır

28 Kasım 2012 Çarşamba

YAZDIM:TARİHE NOT

TARİHE NOT

yedik efendi yedik
aksırıncaya tıksırıncaya kadar yedik
içeriz
içtik de

neler mi oldu şu beş on senede
her şeyi gören gözler doldu
ağlamak
sızlamakla beslenen de sonra
bundan nemalanmakla doydu.

yürekler nasır
dimağlar hep aynı
çelişkideyiz
sözde fikir çilesi çekmekte
büyük kısmımız yine aynı hevesi gütmekte
para sizde de tanrıdır
bizde de
kendini gözünü kırpmadan patlatanlar
tahtı sağlamlaşsın diye demir dağı kaynatanlar
şahsını nebi sanıp tırlatanlar
çekiçle balyozla uyanmasınlar diye
hürriyetin çivisini oynatanlar
yürekler nasır
ölümün rutine bindiği bir asır
şaşkınız
yere batsın diyorsun mevki aşkınız
hırsınız yere batsın
unutma sen de ihtimal
o kanlı yarışta
herhangi bir
atsın

27 Kasım 2012 Salı

İZLEDİM: MUHTEŞEM YÜZYIL - OKUDUM:CARİYE

Gündemdekiler "Muhteşem Yüzyıl" ile bunca haşır neşirken bir şeyler karalamamak olmazdı. Pek çok konuda olduğu gibi sanat alanında ve gündelik eğlencelerde de tabularımız var biliyorsunuz. Özgürlükçü bir yönetimin gösterildiği iddia edilen dönemde dahi aynı tabularla karşı karşıyayız ne acı! 

Meselenin birçok boyutu olmasına rağmen ben birkaç açıdan yaklaşacağım bu "Sülüman mevzusuna". Öncelikle tarihi karakterler ve olaylar günümüzün sinemasına alternatif teşkil eden dizi sektöründe kullanılmalı mı? Cevabım pek tabii "kullanılmalı" olacak. Eğitim işinin içinde biri olarak hem halkın hem de öğrenim görenlerin kafalarında  tarihe ilişkin bir görüntü olmalı değil mi? Eğlenerek öğreniyor insan bunu bir kenara yazın lütfen. Bu tarz diziler sonrası öğrenen kesimin olgu ve olaylara çok daha ilgiyle yaklaştığını, öğrenmenin daha kolay gerçekleştiğini söylemeliyim. Emin olun dizi sonrasında tarih algısı da pek değişmedi zaten. (Hala resmi tarihin gerçeği yansıtmayan soğuk taraflarını görüyoruz!)

Diğer boyut tarihi karakterlerin tarihe uygun yaratılıp yaratılmadığı meselesi. Pek tabii bu noktada tabularımız devreye giriyor. Muhafazakar bakış açısıyla tarihe bakanların asla kabullenemeyeceği sahnelerle dolu "Muhteşem Yüzyıl". Süper kahraman olarak tabulaştırdığımız tarihi karakterlerimizin basit bir insana ait olan öpüşmek,sevişmek,entrika,üzülmek,ağlamak,korkmak gibi duygu ve davranışlara sahip olabilmesi yakışık alan bir durum olarak görülmüyor. Bir başka kesim ise anladığım kadarıyla "bunlar tarihin her döneminde şöyleydi böyleydi daha başkası beklenebilir miydi ki bu yobazlardan" görüşünün temsilciliğine soyunmuş. Anlayacağınız iki uç nokta, olayı her konuda olduğu gibi bambaşka yerlere çekerek suyu bulandırıyor.

Ben objektif kalanlar arasında kendime yer bulmaya çalışanlardanım. Yeterli sayılmasa da tarih bilgim tarihi karakterlerin de insan olduğu gerçeğini kulağıma fısıldıyor. Herhangi bir insandan beklenebilecek her şeyi Kanuni'den, Osman'dan, İskender'den ya da Cengizhan'dan bekleyebiliyorum. Bu anlamda dizilerdeki insani halleri tarihi karakterlere dolayısıyla "ecdad sahipleri"ne hakaret olarak görmüyorum. Keza hayal ürünü vurgusu yapılmış bir yapıtı asla...

Ecdadın karalanması hususu ise çok komik ve ne yazık ki bu çağın meselesi değil. 1950'lerin tartışma konularını andırıyor. Boleyn Kızını izleyen İngiliz, ecdadını sapkın diye sahiplenmekten vazgeçiyor mu ? Keza halka hoş görünmek için Hitler sempatik bir karakter olarak mı çizilmeli ? Cesur Yürek'te William Wallace'a yapılanların anlatılması İngilizlerin dedelerine olan saygılarını ne oranda zedelemiştir? İnsanları ve olayları dönemlerinde değerlendiremediğimiz müddetçe böyle tartışmalar yaşamaya mecburuz sanırım.

Mesele hatırlarsanız dizinin yayına girdiği dönemden itibaren bir hararetleniyor bir yatışıyor. Son dönemdeki tartışmanın da altından çok güzel kokular gelmiyor fikrimce. Suyu daha da bulandırmadan hakkında 20 sayfadan fazla bilgimizin olmadığı Osmanlı haremine ilişkin bir alternatif sunmak isterim:


18.yy Osmanlı Sarayı Harem’inde imkansız bir aşk öyküsü...



Hepsi birbirinden güzel olan cariyelerin arasında aklıyla ve sıradışı kişiliğiyle öne çıkan bir cariye, sultanın yatağına yalnızca bir kez davet edilir, ve ona aşık olur. Yollamayacağı mektuplarına aşkını döker. Sultanın da ondan müthiş etkilendiğini, ancak çocukluğundan tahta çıktığı 50 yaşına kadar hapiste geçirdiği 44 yılın bıraktığı ruhsal bunalımlarla ondan kaçtığını, bu yüzden onu görmezden geldiğini bilmez.


Sultan da, cariye de, öyküsü diğerlerinden farklı olan yakışıklı bir harem ağasının tabloyu değiştireceğini fark etmemektedir...

Harem olgusunda cinselliği; kaçan ile kovalayan rollerini yeni baştan ele alan bu romanda yazar, olaylara hem sanat tarihçisi, hem de kadın olarak, değişik perspektiflerden yaklaşmanın tadını çıkarıyor. Bir yandan da arka planda Topkapı Sarayı Harem’inde yaşam ayrıntılarını, Harem’in içyüzünü, buradaki düzeni, adetleri, eğitimi, törenleri, eğlenceleri, giysileri, mücevherleri, dekorasyonu keyifli bir dille yansıtıyor.

Sultan Abdülhamid’in kadınlarından birine, Ruhşah’a yazdığı bilinen beş ateşli, içten, gerçek mektup romanın başlıca esin kaynağı.

Yazar arşivdeki bu mektuplardaki yakarışların nedenini, oraya kadar nasıl gelindiğini hayal ederek karşılığını kurgulamış, bu olağanüstü duygusal erkeğin karşısına ondan da çılgın, ondan da ateşli ve derinliği olan, zeki ve duygulu bir kadın koymuş.
Ve Harem’de geçen bir aşk masalı anlatmış.

Yazar'ın Resmi Web Adresi: http://www.gulirepoglu.net



26 Kasım 2012 Pazartesi

OKUDUM: SEN BENİM HİÇBİR ŞEYİMSİN

Attila İlhan dendi mi akan sular durur. Kaptan'ın şiir anlayışı Türk şiirinde kendime en yakın hissettiğim anlayıştır. Bir yanıyla bireysel kalmayı başarabilmek ancak dize dize, kelime kelime toplumun sorunlarına parmak basmak. Tam bir denge şiiri bana kalırsa Kaptan'ınki. Türk şiirine genellikle uçlar hükmetmiştir. Ya sanat için sanat yapmayı yeğleyenler ya da sanatı öcü gibi görüp salt toplum meseleleri ile uğraşanlar. Her iki unsuru da tadında kullanmayı bilen şair sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Attila İlhan o elin baş parmağıdır fikrimce.
Bir sürü şiirini okumuşsunuzdur eminim. Bana soracak olsanız ben şöyle bir ilk beş çıkarırım.
1-Kaptan  2-Ben Sana Mecburum  3-Pia  4-Üçüncü Şahsın Şiiri  5-Cinayet Saati 

Sen Benim Hiçbir Şeyimsin adlı şiiri benim ilk beşime girmez belki ama "meraklısı için notlar" kısmında bahsettiği hikayesi ile belleğime kazınmıştır, Bakın şairin kendi sözleriyle bu güzel şiirin hikayesi şöyle. Bir de Ahmet Kaya'nın bestesi ile aynı şiiri dinlemelisiniz. Ne kadar hüzünlü, ne kadar içlidir.




şiirin ilginç bir öyküsü var: o yıllarda özellikle izmir'de, bazı genç kızlar, telefonla beni arardı. kimisi adını verir, kimisi vermez. bazısıyla kültürpark'ta ya da karşıyaka'daki bir deniz kahvesinde buluşuruz, söyleşiriz. bazısı 'meçhul' kalmayı yeğler, sadece telefonla söyleşir. şiir işte bu sonuncu türden bir ilişkinin etkisiyle yazıldı. kim olduğunu hala bilmediğim o genç kız, en çok da geceleri beni arar, sıcak, biraz kırık sesiyle dakikalarca konuşurdu. ben de konuşurdum elbet. allah bilir ona neler anlatırdım. derken, dönüp dolaşıp onun benim neyim olduğu sorusuna takıldık, sıcak bir yaz akşamı gibi hatırlıyorum, sen dedim benim hiçbir şeyimsin. sonra bu yeni şiirin ilk mısraı oldu. bitirip ona okuduğumda adamakıllı içlendiğini hatırlıyorum. kimdi dersiniz?

SEN BENİM HİÇBİR ŞEYİMSİN


Sen benim hiçbir şeyimsin
Yazdıklarımdan çok daha az
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Lüzumundan fazla beyaz
Sen benim hiçbir şeyimsin
Varlığın yokluğun anlaşılmaz

Galiba eski liman üzerindesin
Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
Dudaklarınla cama çizdiğin
En fazla sonbahar otellerinde
Üniversiteli bir kız uykusu bulmak
Yalnızlığı öldüresiye çirkin
Sabaha karşı öldüresiye korkak
Kulağı çabucak telefon zillerinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Hiçbir sevişmek yaşamışlığım
Henüz boş bir roman sahifesinde
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Ne çok çığlıkların silemediği
Zaten yok bir tren penceresinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Uykumun arasında çağırdığım
Çocukluk sesimle ağlayarak

Sen benim hiçbir şeyimsin





SEN BENİM HİÇBİR ŞEYİMSİN

25 Kasım 2012 Pazar

YAZDIM: KABULLENİŞ

KABULLENİŞ


ilk şiirlerinde murat'ın
aşktan ve anlaşılmazlıktan
temasını seçerdi diye
geçecek
biliyorum adım

ben
aşkı bırakamam
anlaşılmayı arzularım
ölüme giden mayın döşenmiş bir yolun
insafsız bir hava aracı olduğunu
yol kesildiğini
pusu kurulduğunu
yaşamadım ama
anlarım

sen
kavrarım
fildişi kulemden inmem
yalnızlığımdan bir adım öteye gitmem
yaşananların kirli bir oyun olduğunu
her gün onlarca ananın öldüğünü
anlarım ama bilmem

biz
çırpınıp duruyoruz işte
gel kabullenelim yetersizliğimizi
savaşla başladığımız şiirimizi
barışla bitirelim işte

Murat Gil

SÖYLEDİM: ELENİ-YAŞAR GÜNAÇGÜN


Merhaba Yedim İçtim Okudum okurları. Bilen bilir Yaşar Günaçgün'ü severim. 90'lı yıllarda sanatçılara olan hayranlık bile çok daha kaliteliydi diye düşünenlerdenim. O zamanlar kısıtlı şartlarla sevdiğimiz sanatçıların özel hayatlarına ilişkin bir kırıntı bulsak çok sevinirdik. Şimdiyse her şey gözler önünde yaşanıyor. O yıllarda sanatçının yayımladığı şiir kitabından çok sevdiğim bir şiiri seslendirdim. Humouru -nükte- olan bir şiir ve bir o kadar da lirik. Buyrun dinleyin buradan.



Eleni-Yaşar Günaçgün

24 Kasım 2012 Cumartesi

SİNA AKYOL'A SORDUM

Geçtiğimiz ay "yasakmeyve" dergisinde "Vaad Edilmiş Sayfalar" köşesinin sahibi Sina Akyol'a e-posta yoluyla birkaç soru sordum. Bu sorulara ihtiyaç duydum çünkü yasakmeyve'ye yolladığım hiçbir şiir yayımlanmaya değer bulunmamıştı. Edebiyat dergilerinde yer alan ve salt imgeye yaslanan -imge demeye de bin şahit aratan- şiire tepkiliydim. Şiirde ses unsurunun önemini yitirmesi, sadece anlamıyla okuru yakalayan bir şiir yaratma çabası beni rahatsız etmiştir. Böylesine bir şiir anlayışının egemen olduğu edebiyat dünyasında dergilerin de böyle şiirlere meyilli oluşu beni üzüyordu.  

Her neyse, sorduğum sorulara yanıt geldi bu ay. Yasakmeyve'de yayımlanan sorum ve üstat Sina Akyol'un cevabı şu şekilde.

SORUM ŞÖYLEYDİ:

  • Devrin gerektirdiği ölçütlerde şiir yazmayan sözgelimi Halk şiirinden ya da Divan'dan beslenen bir sanatçının günümüz edebi yayınlarında kendine yer bulma olasılığı nedir? Şiirde müzikalite ve anlam oyunlarını önemseyen, serbest şiiri değil de biçimi ile var olan şiiri arayan şairin o sayfalarda olma olasılığı?

  • Gerçekten çok kafa yorduğum bir başka soru da şu: Bugün yaşasalardı, Orhan Veli, Orhan Seyfi Orhon, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Sıtkı vb.gibi kimi şekle önem veren kimiyse bütün sanatkarane unsurları şiirden atan  sanatçılar sizce edebiyat dergilerinde eserlerine yer bulabilirler miydi?

Orhan Veli'ye Posta gazetesinin yolu gösterilir, Necip Fazıl'a bırak bu şekilciliği ve heceyi gibi nasihatler edilir miydi? 

Kafamdaki ses devrin post-modernist havasına uygun,bireyci, içe dönük, anlaşılması güç, salt imgelere yaslanan tatsız şiirini tercih etmediğimizde o sayfalarda yer bulamayacağımızı fısıldıyor. 



SİNA AKYOL'UN CEVABI


...Halk şiirinden ya da Divan şiirinden niçin beslenilmesin, beslenilebilir elbette. Ama şu " beslenmek" sözcüğüyle ilgili olarak "bir iyice" düşünmek gerekir. Adı üstünde, Halk ya da Divan şiirinden besleniyorsunuz. Yani güç alıyorsunuz bir bakıma. Peki ne yapmak için? Tipik bir Karacaoğlan koşması ya da tipik bir Baki gazeli yazmak için değil de, başka bir şey yapmak için olsa gerek bu "beslenme"niz. Günümüz şiirinde gerek Halk, gerekse Divan şiirlerinin özünden; sesinden, edasından, daha pek çok şeyinden, kısacası "kültürü"nden yola çıkarak belirli bir "dönüştürümü" gerçekleştiren şairler yok mu? Onların, dergilerde de okumakta olduğumuz şiirleri, "devrin gerektiği ölçütler"in fersah fersah uzağında mı? Biraz da kinayeli bir şekilde, "devrin gerektirdiği ölçütler" denerek, bugün bazı şairlerimizin yapıp ettikleri elbette eleştirilebilir. Ama bu tür eleştirilere konu olan şiirler, bütün bir şiirimizin paydası kılınmamalı. Anlayabildiğim kadarıyla, çok kullanılmakta olan bir ifadeyle, "imge salatası" halinde, ne dediği bir türlü anlaşılamayan, türdeki şiirlere karşısınız. Unutmayalım ki son kırk yılda, alabildiğine gergin, alabildiğine bunalımlı olduğumuz dönemler yaşadık, yaşamaktayız, daha da yaşayacağız.Bu karmaşada her şey yazılır ve sonunda sahibini bulur. Ne yazılıyorsa, her yazılmakta olanın, az ya da çok okuyucusu, mutlaka vardır. Yazılan'ın okuyucusunun az olması, o yazılanın değerini düşürmez. Zaman içinde, onca taş yerli yerine oturur. İkinci Yeni'de de böyle olmamış mıdır? İkinci Yeni'nin çapaklarından arınması için az mı zaman geçmiştir? Ayrıca unutulmamalı, yalnızca ve rastgele üç örnek vermekle yetineceğim, sözgelimi bir süre önce kapanan Heves dergisinde ya da şimdilerde Kitap-lık dergisinde okuduğumuz/okumakta olduğumuz şiirlerin yanı sıra, yine sözgelimi "Şiir'den" dergisinde yayımlanan şiirler bambaşka bahçelerin ürünleri. Diyeceğim şu: Genelleme yapmamak en iyisi

Orhan Veli 1950'de öldü. Son şiir kitabı 1949'da yayımlanmıştı. Orhan Seyfi Orhon 1972'de öldü. Son şiir kitabı 1970'de yayımlandıysa da, özellikle 1930'lardan sonra, zaten şiir okurunun ilgisini çekmeyen bir "eski şair" haline gelmişti. Necip Fazıl Kısakürek 1983'te öldü.Son şiir kitabı, kimi sözlüklerde "Esselam:Mukaddes Hayattan Levhalar" olarak geçse de, 1969'da yayımlanan Şiirlerim adlı eseri son şiir kitabı olarak kabul edilir. Özellikle kenarda duran sivri kişiliğinden ve tabii ki kendi tercihinden dolayı belirli bir kesimin şairi olarak değerlendirildi. Büyük saygı ve kabul gördü. Öyle ki "bir başka dünyanın sesi" olan YKY bütün şiirlerini 2005'te Çile adıyla yayımladı. Cahit Sıtkı Tarancı 1956'da öldü. Son şiir kitabı Sonrası, ölümünde sonra 1957'de yayımlandı. Bu bilgilerden sonra, gelin Orhan Seyfi ile Necip fazıl'ı hariç tutarak belirtelim, öyleyse Orhan Veli ile Cahit Sıtkı'dan söz açacağız demektir, çekip gittiklerinde, o tarihler itibariyle kendilerini kendileri kılan eserlere zaten imzalarnı atmışlardı. Sözgelimi Oktay Rifat, sözgelimi Melih Cevdet Anday da gittiğine göre, Orhan Veli'nin de, Cahit Sıtkı'nın da bugünleri görmeleri imkansızdı diyelim. Öyleyse, gidenin, gittiği tarih itibariyle yaptıklarına bakalım.

Sorularını soran kardeşime ben de bir soru soracağım: Siz Melih Cevdet Anday'ın 1989'da yayımlanan ve sondan bir önceki kitabı olan Güneşte'si ile Oktay Rifat'ın 1987'de yayımlanan son kitabı Koca Bir Yaz'ını okudunuz mu? Demek istediğim şu ki, üçlü çıkışlarını "Garip" ile yapanlardan gerek Melih Cevdet gerekse Rifat, bugünün dergilerinde bırakınız kendilerine " yer bul"mayı, onur duyularak ağırlanırlardı. Yazabildikleri son günlerine kadar da öyle ağırlandılar. Orhan Veli'ye gelince. Kendisini 1950'ye kadar yazdıklarıyla değerlendirilmemiz gerekir. Anday ve Rifat'ın yaşlarına erseydi, elbette tıpkı onlar gibi. Elbette tıpkı onlar kadar değiştirecekti şiirini. Öyleyse,"kimiyse bütün sanatkarane unsurları şiirden atan sanatçılar sizce edebiyat dergilerinde eserlerine yer bulabilirler miydi?" biçiminde bir soru sormak yerine, 1950'nin Rifat ve Anday'ı ile 1987'nin Rifat'ı ve Anday'ı arasındaki farklara bakmak daha olsa gerektir.

Ekleyelim: Bugün'den bakıldığında Orhan Veli şiirleri yetersiz bulunabilir, hatta günlük bir gazetmizin iptidai şiir köşesine de "yakıştırılabilir" (Mektubu yazan arkadaşımız Orhan Veli şiirlerini tabii ki oiptidai köşeye yakıştırmıyor, bunun farkındayım ama " bugünün dergilerinde Orhan Veli şiiri gibi yazanlara yüz verilmiyor" demek de istiyor. Tabii ki verilmeyecek, 2012'de 1950'nin şiiri yazılır mı hiç?) Ne var ki Orhan Veli şiirini bugün'den bakarak "küçümsemek" fevkalade yanlış bir bakış açısıdır. 1950'de aramızdan ayrılan Orhan Veli, hangi zamanda, nasıl bir şiir ortamına karşı yapmıştır müdehalesini, konuya bu bütünsel bakışla yaklaşmazsak, göreceğimiz şeyi yanlış göreceğiz demektir. Canalıcı soru işte tam da burada gelecek: Yanlış, gördüklerimizde mi acep; yoksa onlara yanlış bakmakta olan gözlerimizde mi? (Algımızda mı?)...



Cevap bu şekildeydi işte. Cevaptan tatmin oldum tabii ki ama şunu belirtmeliyim ki hala hiçbir dizesi anlaşılmayan "müzikalite"den yoksun şiirden hoşlanmıyorum. Çağın modası bu diye böyle şiirden keyif almak için kendimi de zorlamayacağım. Kalın sağlıcakla...

13 Ekim 2012 Cumartesi

İNTİHAR ETMİŞ BİR TAŞRA BERBERİNİN ŞİİR KİTABI VE ÖNSÖZÜ

Pek yakında hikayesiyle okuru kendine çekecek, etkileyici bir yapıt ile karşılaşacak kitabevi rafları. Şair dostum Polat Onat vesilesiyle bazı sorulara yanıtlar arayacak edebiyat dünyası. Fazla söze yok Onat'ın sözleriyle takdim edelim bu yapıtı:


"Tanıyanlar biliyordur. Ben Batman’da ilkokul öğretmenliği yapıyorum. Aynı zamanda imzalı kitap koleksiyoncusuyum. Batman’ımızda tek bir sahaf var, küçücük bir dükkân. Sahibi dostumdur sağ olsun. Bu senenin ocak ya da şubat ayındaydı yanlış hatırlamıyorsam. "Polat, bir ara dükkâna uğrayıver, ilgini çekeceğini düşündüğüm bir dosya elime geçti." diye telefon açtı. Kâğıt toplayıcı bir çocuğun getirdiği evrakların içinde bulmuş. Hani şu bildiğimiz mavi plastik telli dosyalar var ya onlardan. Beş liraya satın aldım şair Adem Yoksun'un "Şiir Kitabım ve Önsözü" adını verdiği bu dosyasını.

   Yaptığım araştırmalarda edindiğim bilgilere göre Adem Yoksun bir taşra kasabasında berberlik yapan, bekar, takıntılı bir şiir heveslisiymiş. Birçok yerel gazetede de ürünlerine yer vermiş. Otuzlu yaşlarının son dönemlerindeki bu ilginç şahsiyet, ne yazık ki, 2010 yılında belirlenemeyen bir nedenle kendi yaşamına son vermiş. Ruhu şad olsun.

   Berberlik mesleğini icra etmiş olan Adem Yoksun'un dosyasında 45 tane şiir var. Ancak asıl ilginç olan, dosyasının başında şairimizin yazdığı ve şiir kitabında önsöz olarak yer vermeyi planladığı 70 sayfalık monolog tarzındaki metin. Yer yer bir manifesto hüviyeti sergileyen, Adem Yoksun'un genelde insanlar, özelde şiir dünyası hakkındaki düşüncelerini paylaştığı ve ayrıca savunduğu poetik argümanları açıkladığı bu metnini ve şiirlerini geçtiğimiz günlerde saygın bir yayıncımızla paylaşmıştım. Eksik olmasın, onun da epeyce ilgisini çekti bu tuhaf dosya.



   "Şiir Kitabım ve Önsözü" adlı bu çalışmayı "İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü" adı altında kitaplaştırmayı planlıyoruz. Telif hususundaki hukuksal prosedür tamamlanabilirse bir-iki ay içinde Adem Yoksun'un bu eşsiz çalışması geç de olsa raflardaki yerini alarak okurlarla buluşabilecek."


Son ve İhtiyarın Vefatı ile rüştünü ispatlamış bir edebiyat insanı Onat. Yaklaşık bir ay sonra Komşu Yayınları aracılığıyla Sıcak Nal Serisi'nden temin edebileceksiniz hikayesi enteresan olan bu nur topu gibi kitabı. Duyurması bizden...

13 Ağustos 2012 Pazartesi

DÜŞÜNDÜM: ANLAMIYORUM VE HOŞLANMIYORUM

Orhan Veli'nin Şairin İşi adlı denemelerinin toplandığı kitabı okurken bir yazı dikkatimi çekti. Yazıda sanatçı ,zamanının marjinal olarak tanımlanan Picasso gibi ressamlarının resimlerine bakıp "Hımmm, yok ya anlamıyorum" ya da yine klasik müzik parçalarını dinleyip "Hımmm, yok anlamıyorum" ve hatta dönemin yeni tarz şiirler yazan şairlerini okuyup " Hayır, hayır anlamıyorum" diyen aydınlarını eleştirmiş.
Bu adamların bu eserlerden lezzet alan kişileri hor gören bir biçimde "Bunlardan mı keyif alıyorsunuz, eziksiniz, bunlara sanat diyorsanız yürüyün gidin Allah aşkına" dercesine rol kesmelerine "Evet, gerçekten anlamıyorsunuz" manasında cevap niteliğinde bir yazı yazmış.

Yazı 1947'de kaleme alınmış. Sanatın hemen her alanında devrim sayılabilecek eserlerin verildiği özellikle ülkemizde geleneğin dışına çıkılarak tabuların yıkıldığı yıllar. Bu sanat eserlerine burun kıvıran sözde ya da hakiki aydınların bulunması doğal görünüyor. Ben olaya kendi açımdan bakarak bu hususta bir şeyler söylemek isterim.

Günümüzde durum tam tersine döndü sanki. Yani Orhan Veli'nin şikayet ettiği şahıslar bana kalırsa Orhan Veli'nin "doğru davranışı sergilemesi gereken adamlar" haline geldiler. Picasso'yu beğenmediğini, Mozart'ı dinlemediğini söyleyen birine "Sen ne kadar sığsın, sen ne kadar eziksin" tavrı sergileniyor.

Sanat eserlerinin birey nazarındaki değeri hususundaki fikrim şöyledir: Sanat eseri bireyin anladığı kadar değerlidir bence. Bu anlamda bir standarda ulaşmamız, genelgeçer yargılara erişmemiz mümkün değil. Picasso'nun bir tablosunun Çoban Ahmet Abi gözündeki değeri ile güzel sanatlar bölüm başkanının gözündeki değeri aynı olamaz sanırım. Bu büyük bir sorunsal pek tabii. Asırlardır tartışılan ve "zevkler ve renkler tartışılmaz ki " denerek geçiştirilen bir meseledir.

Kültürlenme sürecini ortalama bir yeterliliğe-ki nedir bu yeterlilik o da tartışılır- tamamlamış herhangi bir insanın Picasso'dan, Mozart'tan, Eluard'tan hoşlanıyor olması bana kalırsa ne o bireyi hakiki aydın, ne de bunları beğenmiyor olması sözde aydın yapar. 

Ben resim ve müzik alanında teorik anlamda yetkin olduğuma inanmasam da "Ay'a ilk kez ayak basmış, orayı ilk kez gören  bir insanın" saflığına yakın bir tavırla "Hayır anlamıyorum ve hoşlanmıyorum" diyorum.  Picasso ve Mozart için böyle diyorum mesela. Bütün resimleri için değil ama o da ilginç. Mozart'ın da bütün parçaları için değil. Bazı kübist eserler gözüme hoş gelip bazı klasik parçalar bana keyif verebiliyor. Ama genelini değerlendirdiğimde hayır estetik hazzımı bunların üzerine kuramazdım diyor beğenmediğimi belirtebiliyorum.

Günümüz şiiri için de aynı şeyleri söylemeliyim. Arada çıkan kimi şiir ya da şairleri-ki münferit örneklerdir- beğensem de 80 sonrası şiirden keyif alamıyorum. Evet "Anlamıyorum, hoşlanmıyorum!"

Orhan Veli yazısında geleneklere, dededen babadan kalanlara bağlı kalmayı ya da bunlardan sıyrılamamayı aydın olmanın engeli olarak belirtmiş fakat ben buna katılmıyorum. Bireyi geçmişinden, geleneklerinden bağımsız düşünmemiz onun hiçbir etkilenmeye müsaade etmeyen bir fanusta büyüdüğünü kabul etmektir.Böyle bir insanın varlığı kabil midir?  Bu anlamda birey içinde yaşadığı kültürün kendinde yarattığı estetik değerlere hitap etmeyen sanatsal eserlerden haz alamayabilir ve bu onun ayıbı olmamalıdır. Pek tabii Kanık'a katıldığım bir nokta  var : bu eserleri beğenen insanları eziklemenin yanlışlığı o dönem için de bu dönem için de aynıdır.

Düşüncelerimin ileride değişebileceğini belirtmek ve yazıya Orhan Veli'nin güzel bir sözüyle son vermek istiyorum.

Siz de bir şeyler söyleyin, fikrinizi belirtin dilerim!

                        "İnandığından başka inanılacak şey olmadığına inanan insan tam bir softadır."

9 Ağustos 2012 Perşembe

OKUDUM: SON - POLAT ONAT




Daralan bir fotoğraf gelincik nasıl solarsa / Sana sesleniyorum şiirin ötesindeki hey… diyerek sesleniyor şair “Yürek” şiirinde. Polat Onat’ın ilk şiir kitabı “Son” şairin şiir adına son kitabı olamayacağını o günlerden belli ediyor.

“Son” artık ondan ötesi ya da başkası olmayandır bazen. Bazen en arkada kalandır. Nihayete ermiş olandır. Bitmek tükenmek, ya da ölüm olarak da tanımlayabilirsiniz.

Evet, "Son" kitabı sizleri kapı önünde karşılayan bir ev sahibi gibi: yol gösterici, misafirperver, hürmetkâr… Bu yargıya Onat’ın şiir dünyasında bir geziye çıkmadan önce beni karşılayan sayfalar sayesinde vardım. Onat “son” sözcüğünün ve başka sözcüklerle oluşturduğu öbeklerin hangi anlamlara gelebildiğini okuyucuya sunarak onları bu konu hakkında düşündürüyor ve belli ki harika bir yolculuğa hazırlıyor. Sonsuza ya da şairin yarattığı dünyaya bir yolculuğa çıkıyormuşsunuz hissiyatı kaplıyor içinizi. İsterseniz kitabı okumadan önce sizi bu maceraya biraz daha hazırlayalım…

"Sorular" şiiriyle başlıyor kitap. “Sorular” öyle bir “girizgah” olarak tasarlanmış ki, kitaptaki her şiirin ardından bir şeyleri sorgulayacağınızı hissettiriyor size. Cevaplar arayan bir şaire yardım edecekmişsiniz gibi bir tavır takınıyorsunuz. “Cevapsızlığın kunduzuna her zaman inanan” Onat, her dem sizi meraklandıracak ve sonunu size bırakacak bir şeyler buluyor tabii. Sorular şiirinin ardından okuyacağınız hemen her şiir 6-7 dizelik bentlerden oluşuyor. Şiirlerin bunca kısa yani yoğun oluşu aslında okurun kendi hayal dünyasında özgür bırakıldığı fikrini doğuruyor bende. İmge konusunda özellikle“tezatları” ve “soyutlamayı” sıklıkla kullanan şair, yazımın başında da belirttiğim gibi misafirperver bir ev sahibi misali okuru yarattığı hayali dünyada bir gezintiye çıkarıyor.

“Belki bir kurtuluş biliyorsun anlatmak / Paramparça bir sandal yüzerken koltukta / İlk kez huzuru gördüm mutluluktan kederli” dizelerinde olduğu gibi şairin pek çok dizesinde imgelere ve tezatlara yaslandığını gözlemliyorsunuz. Şairin alışıldık söylemler kullanmadığı ortada: “Huzur”u mutluluktan kederli bir haldeyken bulan şairin huzursuzluğunu tezatlardan yararlanarak pek çok şiirde anlatabiliyor olması etkileyici. Şairin şiirlerindeki imgelerin yoğunluğu “İkinci Yeniciler”le örtüşüyormuş gibi görünse de Onat, İkinci Yenicilerin birçoğunda gözlemlenen “anlaşılmazlığı arama” yanlışına düşmüyor. Şiirlerinin tamamına yakınında “anlaşılmayı” hedefleyen şair “Son” kitabında her şiirinde bir romana sığabilecek hikayeleri paylaşma isteği ile dolu olduğunu hissettiriyor okuruna

Kalemindeki hiciv yeteneğini toplumsal meselelerde ara ara gösteren şair, kaleminden kam damlatan dizelerine bizleri Filistin meselesi üzerine yazdığı “Savaş” şiirinde tanık ediyor. Kitaptaki mekan tasvirleri sizi ilk şiirden bu yana içine çeken hayali dünyaya özgü.Anlayacağınız şairin düş dünyasında dolandığınızın her şiirde farkında oluyorsunuz :“Demek her şey bitti başlayan hatırlamak / gecede uğultular tenha bir rıhtımın sustuğu / ufka doğru kapanıyor bulutsuz deniz / boşluk bırakarak kaybolup gidecek” , “ tan vakti uyanınca günün ışığı ilk sardığı / bir güvercin yırtacak gökyüzünü makasıyla”.


Şiirlerinde yarattığı dünyada olduğu gibi özgür kalmayı yeğlemiş Polat Onat. Son’daki bütün şiirler serbest nazmın güzel örnekleri arasına girebilecek düzeyde. Onat, okuru imgelerinin gizeme sürükleyen yanlarıyla yakalamayı yeğliyor . Tema ne olursa olsun şiirlerine hakim olan lirizm, okurun yüreğinde mutlaka bir iz bırakıyor.
Dağlarca’nın hakkında “Şiirin üzerine varılmaz. Şiir varır insanın üstüne, çabalarınızda başarılı olacağınıza inanıyorum” sözlerini ettiği şair “üzerine varan şiiri” Son kitabında okurlarına göstermeyi bilmiştir. Onat, bir sonraki bölümünü heyecanla bekleten bir film gibi sonlandırmıştır ilk ama “son” olmayan bu güzel kitabı.


… öyle sabit havada asılı kalan iki kuru yaprak
Ve uğultusu rüzgarın tahteravalliyi sarsan
Hep beraber tozlanıyoruz fotoğraf albümünde
Çekmecenin içindeyiz unutulmuş sonsuza dek
Sana doğru koşarken
Önemli olan
Şey.


***SATIN ALMAK İÇİN: tıklayın

8 Ağustos 2012 Çarşamba

OKUDUM: ŞAİRİN HAYATI ŞİİRE DAHİL



Bendeki Cemal Süreya hayranlığı üniversite öncesine, lisenin son dönemlerine kadar gider. Üniversitede şiirlerini okuduğum bu "Cins Şair"in hayatını okuma fırsatını da bu yıllarda elde etmişimdir. Şu bir gerçek ki birçok değerli sanatçımızın Cemal Süreya'nınki kadar detaylı bir biyografisi bulunmamaktadır. (keşke olsaydı)

Şairin hayatını tüm detaylarıyla, onun sözlerine ya da farklı kişilerle yaptığı röportajlara dayandıran bu yazılar Feyza Perinçek ve Nursel Duruel'e ait. Bu iki değerli insan araştırmalarını ve kendi anılarını "Şairin Hayatı Şiire Dahil" adlı kitapta toplamışlar.Bense bu güzel kitabı gözlerim dolarak bitirmiştim hiç unutmuyorum.
Neyse sadede gelmeli. Kitapta, kitabı okumayan birçok insanın bilmediği türlü olay var tabii. Cemal Süreya'nın bazı şiirlerin hikayeleri bu kitapta gizli dostlar. Bugüne değin edinmediyseniz almalı, okumalı üstadın hayatına dair pek çok şeyi keşfetmelisiniz. Kendi kitaplarında yer almayan bir sürü şiirine de ulaşabilirsiniz bu kitapta. Bu yazının yazılma amacı da böyle şiirlerden biri tabii.

Bu yazımda bu kitapta geçen ve öğrendiğinizde "Vay be öyle miymiş?" diyebileceğiniz birkaç olaya değineceğim.

Orta okuldan bu yana Seniha adındaki bir kıza aşık olan üstad ilk evliliğini de Seniha Hanım'la gerçekleştirir. O yıllarda Ankara Siyasal Bilimler Fakültesi'nde eğitim gören Süreya, biricik aşkı Seniha ile nişanlanmayı aklına koymuştur:


..."Şairin babası Hüseyin Bey'in kaygıları vardır. Seniha'nın evin geçimine katkıda bulunabilecek bir işi yoktur; üstelik ailesi de yoksuldur. Bunu söylediğinde Cemal Süraya'nın tepkisi ağır olur. "Biz yoksul değil miyiz baba!"der ve ilk kez, babasına isyan edercesine çatalını gürültüyle masaya bırakır, çıkar gider.

Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
.....

1953'üm 23 Kasım'ında nikah kıyılır. Cemal Süraya'nın ailesinden tek kişi yoktur...

Canından çok sevdiği insan Seniha ile evlenmiştir Cemal Süreya. Evliliklerinin ilk dönemleri Süreya'nın okulu yüzünden ayrı geçer. İşte o dönemi çok güzel anlatan bir şiir

Ben Seniha Seber Ben Cemal Seber
Ben seni severim Ben de seni
Ben soba yaktım Ben tavukları hatırladım
Bulutlar güzel oluyor Beyaz da oluyor
Benim gözlerim var Benim mercimeğim var
Gözlerim iki tane Mercimekler yaşasın
Ve yıldızlar Senin yıldızların
 Ve şiirler  Benim şiirlerim
Ve sen Evet ben
Sen  Ben
 Niçin Niçin
 Niçin mi
 Biz
 İkimiz
 Dünyada
Bir taneyiz
Pour toi mon amour
 Joi achete des fleurs
Biz Cemal ve Seniha Seber
Ve yaşamak tomur tomur dallarda
.................

Evet gördüğünüz gibi Süreya sevdiği kadına böylesine hasrettir. Babasına sırt dönecek kadar...


İlgimi çeken bu güzel hikayenin sonu oldu elbette dilerseniz bitirelim:

Cemal Süreya, Seniha Hanımı; onu üzdüğü günlerin ardından kaderin cilvesiyle mürekkep akıtan kalemine bakıp "Onu üzdüm ya, dolmakalem bile ağlıyor" diyecek kadar sevmiş olmasına rağmen gel-gitleri çok olan bir insandır. Zaman zaman neşesine diyecek yokken; zaman zaman şiddete varan öfkesiyle evliliği çekilmez hale getirmiştir. Bir keresinde yeşil zeytinli börek istediği Seniha'sının "peynirliden başka börek bilmem ki" lafına çok sinirlenmiş ve tokatı Seniha'nın yüzünde patlatmıştır üstad. Buna benzer durumların çoğalması ve şairin çalkantılı bir denizde oradan oraya sallanan bir tekne misali dengesiz oluşu bu evliliği bitirmiştir. Oysa Balzamin'idir Seniha Hanım şairin. Orta okul sıralarında kırmızı mürekkeple adına ilk şiirleri karaladığı kadındır. Evliliğinin ardından 4 farklı evlilik daha yapan sanatçı aradığı mutluluğu bulabilmiş midir acaba?

Balzamin'le bitirelim:



sen el kadar bir kadınsındır
sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
bazı ağaçlara kapı komşu
bazı çiçeklerin andırdığı
iş bu kadarla bitse iyi
bir insan edinmişsindir kendine
bir şarkı edinmişsindir, bir umut
güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
saçlarınla beraber penceredeyken
besbelli arandığından haberli
gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
sevgili

7 Ağustos 2012 Salı

OKUDUM: CİĞERDELEN

Safiye Erol'un hayatı için TIKLAYINIZ


Üniversitedeki bir hocamız demişti hiç unutmuyorum. Dersleri pek de yakından takip etmeyip en arka sırada hayallere dalmayı yeğleyen biri olarak aklımda kalan ender sözlerden birini o ara kaydetmişim beynimin ücra bir köşesine. Hocamız: "Safiye Erol'un "Ciğerdelen" adlı eserini mutlaka okumalısınız. Türk edebiyatının bana kalırsa en iyi aşk romanıdır." demişti. O günlerde kafamda yer etse de "He he evet tabii hocam" demişimdir eminim :)

Çok zamandır aklımdaydı ama inanın 6-7 senedir fırsatını bulup da okuyamamıştım. Zaten kitapçılarda da sıkça rastlaşabileceğiniz bir kitap değilmiş Ciğerdelen, geçtiğimiz gün ararken anladım. Geçenlerde netten ısmarladım ve okudum bu bilinçaltıma yerleşen yapıtı. Beklediğim gibi miydi ? Şöyle söylemek daha doğru olacak: "Çok daha farklı hayal etmiştim."  Ancak şunu söylemekte yarar var dostlar, Safiye Hanım aşk ve hayat üzerine harika belirlemeler yapıyor romanda. Entellektüel kimliğini her ayrıntısıyla görebiliyorsunuz romanın sayfalarında. 

Romandaki aşk aslında yalnızca "beşeri" bir başka deyişle "maddeci" aşk olarak kalmamış. Vatan aşkı ve Tanrı sevgisini de romanın hemen her köşesinde harmanlamış yazarımız. Romanın dili içim harikulade diyeceğim. Benim harikulade anlayışım pek tabii okur için ne ifade eder bilemem ancak Safiye Erol yaşatmak istediği dönemi muhteşem bir şekilde gözlerinizin önüne serebiliyor. Siz kitaptaki dil sayesinde hikayenin geçtiği yüzyılda yaşıyorsunuz adeta. 

Kitaptan bir alıntı yapayım, Turhan Bey'in Cangüzel Hanıma duyduğu deruni aşk ile ilgili bir küçük bölüm paylaşayım  ve okumak için tercihi size bırakayım.
 
"Hayat" denilen yapının biz sanatkarlar, orta katından ayrıldık, yedi kat göklere çıktık. Fakat cennetin bayıltıcı nur kaynaşmasında erimedik. Yedi kat yerin dibine geçtik,kanlı çekiler baskısında çürümedik. Katıksız öz mayamız varmış. Geri döndük, temelli yurdumuza. Orta kata yerleşmeye geliyoruz. Bizden, uzak diyarlar kokusunu alan orta katlılar yadırgar gibi duruyorlar."Bu gezginler katımızdan ne anlar?" yollu şüpheye düşüyorlar. Halbuki orta katı en iyi anlayanlar, oradan hiç ayrılmamış olanlar değil, altında, üstünde ne bulunduğunu gönülleriyle deneyip yaşamış olanlardır. Biz bu hayat yapısının taslağını çizdik,üzerinde kurulu durduğu toprak bucağının topografyasını çıkardık."

....

"Taş devrinin çıplak insanı idim. Yıldırımla tutuşmuş bir orman gördüm. Yekten öylesine vuruldum ki kendimi bu parlak kızıltıya attım. Canım nasıl yandı! Yalnız etim değil;canım,canım... Hatta bir canım olduğunu ben bu ilk acımda duydum anladım. Masum kafamda hayatımın ilk sorgusu uyandı: Bu kadar güzel parlak ısı olan şey nasıl olur da can yakar? Tecrübeme inanamadım, bir daha uzandım bir daha yandım. Bir daha, bir daha... Bu, benim ateş sınavımdı. Dayanılmaz güzelliğiyle beni çeken, el uzattıkça cana kıyan o kızıl ısıyı bir Tanrı sandım...

Evet gördüğünüz üzere aşkı ve aşığın durumunu harika betimlemelerle örneklerle anlatmış romanında Safiye Erol. Roman derinlerinde çok gizler saklıyor anladığım kadarıyla. Basit bir aşk mevzusunu ele almamış bu kitap. Entellektüel bir kadın açısından aşkı görmeyi amaçlayanlara hoş bir alternatif bana kalırsa...

24 Temmuz 2012 Salı

DİNLEDİM: “Yaşar Günaçgün Şarkılarına Kuş Bakışı”

yaşar günaçgün dem ile ilgili görsel sonucu




                    “Yaşar Günaçgün Şarkılarına Kuş Bakışı”
Türk müziğinin şair müzisyenlerindendir Yaşar Günaçgün. “Ezgiler tarafından satın alınmış yüreklere” armağan eder bestelerini. Bu yazıda Günaçgün’ün şarkılarında genel olarak sevgili tem’ini incelemeye çalışacağız. Bunu yaparken sanatçının sevgiliye yaklaşımını, aşka bakış tarzını; dilin olanaklarını kullanışı yönünden ve pek çok yerde de matematiksel verilerin ışığında değerlendirmeye çalışacağız.
İsterseniz 96’dan bu yana sanatçının albümlerinde yer verdiği eserlerine sayısal olarak bir göz atalım:
Sanatçının Divane ve Esirinim albümlerinde 9, Masal ve Hatırla’da 8, Sevda Sinemalarda albümünde 10, Eski Yazlar albümünde ise 5 şarkıda imzası vardır. Bu şarkıların çoğunun güftesine ve bestesine imza atmışken bazılarının güfte ve bestelerinde sanatçı arkadaşları ile çalışmıştır.
Günaçgün şarkılarında, sevgiliye eğilmeden önce güftelerdeki “ben” kavramının kim olduğunu ve sevgiliye nasıl yaklaştığını ortaya koymaya çalışalım:
“BEN” ve “SİTEM”
Yaşar Günaçgün’ün güftelerindeki “ben”, korkuları ve aşamadığı duvarları olan bir karakterdir. Az sonraki incelemelerde pek çok yönüne şahit olacağımız“ben” karakteri utangaç, içine kapanık, mahçup ; ama bir o kadar da sabırlıdır. “Korkularım var biliyorsun \ biliyorsun yaşamım dört duvar \ duvarlardan taşmak istiyorsun \ çizilmemiş duvarlarıma yapılar dar, kapılar dar \ aşk geniş ovalar arar”
Şarkılardaki “ben” müzik dünyasına hakim olan “sitem” geleneğinin çok dışında davranır. Onun şarkılarındaki “ben” karakteri adeta aşka aşık, naz edişlere hayran, naif ve mülayimdir. Bu yönüyle sevgiliden gelen her derdi şikayetsiz kabullenen divan aşıklarına benzer. “Başım önde sen gönülsün\ gelirim ben çağırıyorsan \ beni burada koyuyorsan \ ağlarım sanma”
Onun şarkılarında gerçek anlamda sitemkâr sözcükler ya da söz grupları bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar azdır. Sevgiliye edilen sitemin kesinlikle sevgiliyi incitmeye yönelik olmadığı açıktır: “Yazacağım dendi doldu gözler \ Alındı birer birer adresler\ Ya kalem bitti ne naz \ Bu yalan gibi biraz \ Ya istilada kalpler sessiz \ Yazılmadı postacılar işsiz” diyen aşığın sözü dolandırarak sevgiliye teessüfünü bildirmesi dahi “ben” kavramının şarkılardaki utangaç, mahçup yapısıyla ilintilendirilebilir.
Günaçgün şarkılarındaki “ben” ögesinin, sevgiliye sitemi asla “nefret”e dönüştürmediğini hatta dolaylı yollardan kader ya da üçüncü şahıs etkisini güftelere kattığını söyleyebiliriz. “Mevsimler dönünce yaza \ kuşlar döner pişman \ şimdi sen mi ben mi \kıydılar ikimize” dizelerinde de görüldüğü üzere sanatçı ayrılığı sevgiliye değil üçüncü şahıslara bağlamayı tercih eder.
Ayrılık ya da sevgiliye uzak kalma temalarında sitem şarkılarının genelinde olduğu gibi sevgiliye değil yan unsurlaradır. “Yaptığın cezaya girer senin” diye başladığı bir şarkısında“Şu yağan karlar gönlümün ceza-i müeyyidesi” diyerek cezayı kendine keser sanatçı ve suçu da yolları kaplayan, sevgiliye yol vermeyen karlara atar.
Ozanın belki de en sitemkâr şarkısı kabul edebileceğimiz “Acıtmıyor Sevdan”da dahi hoşgörüsünü kaybetmediğini, sitemiyle kırmaktan çekindiği sevgiliyi koruduğu gözlemlenir. Canından çok sevdiği sevgilinin terk edişi dahi canını yakmamaktadır “ben”in. O en sitemkâr güftesinde dahi aşkı kutsileştirmektedir:
“Dönüyor aman dünya başım duman \ batıyor ama acıtmıyor senin sevdan \ gittiğinde yazdı \ kaç bahar geçti şunun şurasında \ şimdi aşkımız bir annenin çocuğa duasında”
BEN’İN SEVGİLİYE BAKIŞI”
Yaşar Günaçgün şarkılarındaki “ben”in sevgiliye bakışını daha yakından anlayabilmemiz için güftelerde yer alan sevgiliye seslenişleri irdelemekte büyük fayda vardır. Günaçgün şarkılarının “ben”i şarkıların hemen hemen hepsinde sevgiliyi nazenin bir kişilik olarak kabul etmiş ve ona bu anlayışa göre seslenmiştir .
Yâr gibi “sevgili, dost ya da yardımcı” anlamlarına gelen sevgi sözcüğü tam 36 kez geçer onun şarkılarında. Güftelerindeki sevgili her daim onun dayanağı, tutunacağı dal olmuştur. Günaçgün, şarkılarında çoğu zaman kendisini tamamlayacak diğer yarısını aramaktadır: “Aşk yarım yarım yaşanmıyor canım \Gel bu elmanın yarısını tamamla
Güftelerinde “yâr” sözcüğünün bu kadar fazla tekrar etmesi oldukça normaldir. Yâr sözcüğünün salt beşeri sevgiyi ifade etmeyişi, dost, arkadaş, yardımcı gibi anlamlar da ifa edişi şarkılarındaki samimiyeti yansıtır. “Hem arkadaş hem de dostumdun sen benim \ Ayrılığı kaldıramaz şimdi yorgun bedenim.”
Şarkılarının pek çoğunda seslenişlerin “birleşmeye, kavuşmaya” yönelik olduğunu görmekteyiz. Sanatçının 19 şarkısı direkt “vuslat özlemi” temasını işlemektedir. Vuslat arzusunun bunca çok oluşu onun şarkılarında Klasik Türk şiirinin “ulaşılamayan sevgili” mazmununu akıllara getirir. Vuslatı bunca arzulayan bir güftekârın şarkılarında, sitemin nefrete dönüşmeyişinin de belki en önemli sebebi sevgiliyi kutsileştiren bu anlayıştır.
Günaçgün, şarkılarında aşkım, bir tanem, çiğ tanem, sultanım, canım, kuşum, gözbebeğim, sevgilim, serbelam, ahududu şekerim, gülüm gibi unvanlarla seslenir neredeysehiç suçlamadığı ve şefkat gösterdiği sevgiliye.
“KUŞLAR”
Günaçgün güftelerinde aşk temasını yerleştirirken pek çok imgeden yararlanır. Kuşkusuz bunların güftelerine en yakışanları, şarkılarda kullanılan enstrümanlara ve onların ezgilerine oldukça uyan kuş, deniz, güneş, rüzgar, kar imgeleridir. Kuşların naif yapısı yani kırılganlıkları, bir yerde fazla kalmayıp göç edişleri sanatçıyı, kuşları hem sevgiliye hem de ayrılığa teşbihinde rahatlatmıştır. Güneş,deniz ve gemilerin sanatçının yetiştiği yörenin vazgeçilmez parçaları oluşu bu imgelerin tercihine sebep oluşturur. Kar ve kader ise onun için her daim sevgiliye giden yolun engelleri olmuştur.
“SEVGİLİ”
Yukarıda Günaçgün, şarkılarının ana karakteri olarak görülen “ben” ve onun sevgiliye yaklaşımı hakkında değerlendirmeler yapmaya çalıştık. Bütün bunların ışığında güftelerin merkezinde yer alan “sevgili” kavramı hakkında çıkarımlarda bulunabiliriz.
Yaşar Günaçgün’ün şarkılarındaki sevgili, “ben”in anlatımı ile sunulduğu için “ben” kavramından ayrı düşünülemez. Şarkıların pek çoğunda vuslatı beklenen bir sevgilinin yer aldığını görmekteyiz. “Burkar içimi bir sızı \ İçim boğulur \ Sanki peri padişahının kızı \ bu kadar naz \ sabır kalmaz \ etme ne olur”
Günaçgün’ün şarkılarında dinleyici kafasında sevgiliye dair tek bir tip belirleyemez. Bunun sebebi yukarıda da bahsettiğimiz Klasik Türk Şiirinin motiflerine yakınlıktır. Vuslatı arzulanan sevgili tıpkı Divan şiirinde olduğu gibi üstün körü tarif edilir ve detaylar dinleyiciye bırakılır. Onun şarkılarında sevgili “ulaşılamayan ve unutulamayan” olarak tasvir edilir. Sanatçı sevgili tasvirinde evrenselliği yakalayabilmiştir: “Kalp kuşum atışı senden sorulur \ hala şu gönlümün \ uçma kon güzel kuşum dem vurulur \ hala sevdan konusu dost meclisimin”
Ayrılık temasının kullanıldığı güftelerde dahi hasret yani özleyiş duygularının ağır basışı dinleyicinin, ayrılığı kaderin cilvesi olarak algılamasını sağlar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi “ben” sitemlerini nefrete dönüştürmediği gibi aşkı kutsileştirmekte ve sitemleri sevgilinin üzerinden alarak “yan unsurlara” yöneltmektedir. Hatta pek çok güftede sitem yerine hasretini oldukça lirik sözlerle dile getirdiğini görürüz ben’in.
Bütün bunlar dinleyicinin güftelerde sözü geçen sevgiliye “haset”,”nefret” beslemesini önler. Bu, görüşümüze göre gizliden gizliye sanatçının sevgiliyi koruma çabasıdır. Sevgiliyi güftelerinin tamamında yücelten, ilahileştiren onun güzelliğinden ve vazgeçilmezliğinden dem vuran, ona gözü gibi bakan sanatçıdan da daha farklısı yani sevgiliyi dinleyicinin önüne atması beklenmemelidir.

Yaşar Günaçgün’ün güfteleri hakkında başlıkta da belirttiğimiz üzere naçizane “kuş bakışı” bir değerlendirme yapmaya çalıştık. Onun şarkılarının temel direği güfteleri olsa da güftelere can veren notaların uyumunu göz ardı etmek olmaz. Onun notalarla buluşturduğu sözcükler gönül ağacımızın dallarına tünemişlerdir ve biz o ağacı o kuşlardan ayrı düşünemeyiz.
Şairin dediğini Günaçgün’e uyarlayarak bitirelim “kuşlar gibi cıvıldar \ tattırdığın acılar.” üstad!