24 Temmuz 2012 Salı

DİNLEDİM: “Yaşar Günaçgün Şarkılarına Kuş Bakışı”

yaşar günaçgün dem ile ilgili görsel sonucu




                    “Yaşar Günaçgün Şarkılarına Kuş Bakışı”
Türk müziğinin şair müzisyenlerindendir Yaşar Günaçgün. “Ezgiler tarafından satın alınmış yüreklere” armağan eder bestelerini. Bu yazıda Günaçgün’ün şarkılarında genel olarak sevgili tem’ini incelemeye çalışacağız. Bunu yaparken sanatçının sevgiliye yaklaşımını, aşka bakış tarzını; dilin olanaklarını kullanışı yönünden ve pek çok yerde de matematiksel verilerin ışığında değerlendirmeye çalışacağız.
İsterseniz 96’dan bu yana sanatçının albümlerinde yer verdiği eserlerine sayısal olarak bir göz atalım:
Sanatçının Divane ve Esirinim albümlerinde 9, Masal ve Hatırla’da 8, Sevda Sinemalarda albümünde 10, Eski Yazlar albümünde ise 5 şarkıda imzası vardır. Bu şarkıların çoğunun güftesine ve bestesine imza atmışken bazılarının güfte ve bestelerinde sanatçı arkadaşları ile çalışmıştır.
Günaçgün şarkılarında, sevgiliye eğilmeden önce güftelerdeki “ben” kavramının kim olduğunu ve sevgiliye nasıl yaklaştığını ortaya koymaya çalışalım:
“BEN” ve “SİTEM”
Yaşar Günaçgün’ün güftelerindeki “ben”, korkuları ve aşamadığı duvarları olan bir karakterdir. Az sonraki incelemelerde pek çok yönüne şahit olacağımız“ben” karakteri utangaç, içine kapanık, mahçup ; ama bir o kadar da sabırlıdır. “Korkularım var biliyorsun \ biliyorsun yaşamım dört duvar \ duvarlardan taşmak istiyorsun \ çizilmemiş duvarlarıma yapılar dar, kapılar dar \ aşk geniş ovalar arar”
Şarkılardaki “ben” müzik dünyasına hakim olan “sitem” geleneğinin çok dışında davranır. Onun şarkılarındaki “ben” karakteri adeta aşka aşık, naz edişlere hayran, naif ve mülayimdir. Bu yönüyle sevgiliden gelen her derdi şikayetsiz kabullenen divan aşıklarına benzer. “Başım önde sen gönülsün\ gelirim ben çağırıyorsan \ beni burada koyuyorsan \ ağlarım sanma”
Onun şarkılarında gerçek anlamda sitemkâr sözcükler ya da söz grupları bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar azdır. Sevgiliye edilen sitemin kesinlikle sevgiliyi incitmeye yönelik olmadığı açıktır: “Yazacağım dendi doldu gözler \ Alındı birer birer adresler\ Ya kalem bitti ne naz \ Bu yalan gibi biraz \ Ya istilada kalpler sessiz \ Yazılmadı postacılar işsiz” diyen aşığın sözü dolandırarak sevgiliye teessüfünü bildirmesi dahi “ben” kavramının şarkılardaki utangaç, mahçup yapısıyla ilintilendirilebilir.
Günaçgün şarkılarındaki “ben” ögesinin, sevgiliye sitemi asla “nefret”e dönüştürmediğini hatta dolaylı yollardan kader ya da üçüncü şahıs etkisini güftelere kattığını söyleyebiliriz. “Mevsimler dönünce yaza \ kuşlar döner pişman \ şimdi sen mi ben mi \kıydılar ikimize” dizelerinde de görüldüğü üzere sanatçı ayrılığı sevgiliye değil üçüncü şahıslara bağlamayı tercih eder.
Ayrılık ya da sevgiliye uzak kalma temalarında sitem şarkılarının genelinde olduğu gibi sevgiliye değil yan unsurlaradır. “Yaptığın cezaya girer senin” diye başladığı bir şarkısında“Şu yağan karlar gönlümün ceza-i müeyyidesi” diyerek cezayı kendine keser sanatçı ve suçu da yolları kaplayan, sevgiliye yol vermeyen karlara atar.
Ozanın belki de en sitemkâr şarkısı kabul edebileceğimiz “Acıtmıyor Sevdan”da dahi hoşgörüsünü kaybetmediğini, sitemiyle kırmaktan çekindiği sevgiliyi koruduğu gözlemlenir. Canından çok sevdiği sevgilinin terk edişi dahi canını yakmamaktadır “ben”in. O en sitemkâr güftesinde dahi aşkı kutsileştirmektedir:
“Dönüyor aman dünya başım duman \ batıyor ama acıtmıyor senin sevdan \ gittiğinde yazdı \ kaç bahar geçti şunun şurasında \ şimdi aşkımız bir annenin çocuğa duasında”
BEN’İN SEVGİLİYE BAKIŞI”
Yaşar Günaçgün şarkılarındaki “ben”in sevgiliye bakışını daha yakından anlayabilmemiz için güftelerde yer alan sevgiliye seslenişleri irdelemekte büyük fayda vardır. Günaçgün şarkılarının “ben”i şarkıların hemen hemen hepsinde sevgiliyi nazenin bir kişilik olarak kabul etmiş ve ona bu anlayışa göre seslenmiştir .
Yâr gibi “sevgili, dost ya da yardımcı” anlamlarına gelen sevgi sözcüğü tam 36 kez geçer onun şarkılarında. Güftelerindeki sevgili her daim onun dayanağı, tutunacağı dal olmuştur. Günaçgün, şarkılarında çoğu zaman kendisini tamamlayacak diğer yarısını aramaktadır: “Aşk yarım yarım yaşanmıyor canım \Gel bu elmanın yarısını tamamla
Güftelerinde “yâr” sözcüğünün bu kadar fazla tekrar etmesi oldukça normaldir. Yâr sözcüğünün salt beşeri sevgiyi ifade etmeyişi, dost, arkadaş, yardımcı gibi anlamlar da ifa edişi şarkılarındaki samimiyeti yansıtır. “Hem arkadaş hem de dostumdun sen benim \ Ayrılığı kaldıramaz şimdi yorgun bedenim.”
Şarkılarının pek çoğunda seslenişlerin “birleşmeye, kavuşmaya” yönelik olduğunu görmekteyiz. Sanatçının 19 şarkısı direkt “vuslat özlemi” temasını işlemektedir. Vuslat arzusunun bunca çok oluşu onun şarkılarında Klasik Türk şiirinin “ulaşılamayan sevgili” mazmununu akıllara getirir. Vuslatı bunca arzulayan bir güftekârın şarkılarında, sitemin nefrete dönüşmeyişinin de belki en önemli sebebi sevgiliyi kutsileştiren bu anlayıştır.
Günaçgün, şarkılarında aşkım, bir tanem, çiğ tanem, sultanım, canım, kuşum, gözbebeğim, sevgilim, serbelam, ahududu şekerim, gülüm gibi unvanlarla seslenir neredeysehiç suçlamadığı ve şefkat gösterdiği sevgiliye.
“KUŞLAR”
Günaçgün güftelerinde aşk temasını yerleştirirken pek çok imgeden yararlanır. Kuşkusuz bunların güftelerine en yakışanları, şarkılarda kullanılan enstrümanlara ve onların ezgilerine oldukça uyan kuş, deniz, güneş, rüzgar, kar imgeleridir. Kuşların naif yapısı yani kırılganlıkları, bir yerde fazla kalmayıp göç edişleri sanatçıyı, kuşları hem sevgiliye hem de ayrılığa teşbihinde rahatlatmıştır. Güneş,deniz ve gemilerin sanatçının yetiştiği yörenin vazgeçilmez parçaları oluşu bu imgelerin tercihine sebep oluşturur. Kar ve kader ise onun için her daim sevgiliye giden yolun engelleri olmuştur.
“SEVGİLİ”
Yukarıda Günaçgün, şarkılarının ana karakteri olarak görülen “ben” ve onun sevgiliye yaklaşımı hakkında değerlendirmeler yapmaya çalıştık. Bütün bunların ışığında güftelerin merkezinde yer alan “sevgili” kavramı hakkında çıkarımlarda bulunabiliriz.
Yaşar Günaçgün’ün şarkılarındaki sevgili, “ben”in anlatımı ile sunulduğu için “ben” kavramından ayrı düşünülemez. Şarkıların pek çoğunda vuslatı beklenen bir sevgilinin yer aldığını görmekteyiz. “Burkar içimi bir sızı \ İçim boğulur \ Sanki peri padişahının kızı \ bu kadar naz \ sabır kalmaz \ etme ne olur”
Günaçgün’ün şarkılarında dinleyici kafasında sevgiliye dair tek bir tip belirleyemez. Bunun sebebi yukarıda da bahsettiğimiz Klasik Türk Şiirinin motiflerine yakınlıktır. Vuslatı arzulanan sevgili tıpkı Divan şiirinde olduğu gibi üstün körü tarif edilir ve detaylar dinleyiciye bırakılır. Onun şarkılarında sevgili “ulaşılamayan ve unutulamayan” olarak tasvir edilir. Sanatçı sevgili tasvirinde evrenselliği yakalayabilmiştir: “Kalp kuşum atışı senden sorulur \ hala şu gönlümün \ uçma kon güzel kuşum dem vurulur \ hala sevdan konusu dost meclisimin”
Ayrılık temasının kullanıldığı güftelerde dahi hasret yani özleyiş duygularının ağır basışı dinleyicinin, ayrılığı kaderin cilvesi olarak algılamasını sağlar. Yukarıda da belirttiğimiz gibi “ben” sitemlerini nefrete dönüştürmediği gibi aşkı kutsileştirmekte ve sitemleri sevgilinin üzerinden alarak “yan unsurlara” yöneltmektedir. Hatta pek çok güftede sitem yerine hasretini oldukça lirik sözlerle dile getirdiğini görürüz ben’in.
Bütün bunlar dinleyicinin güftelerde sözü geçen sevgiliye “haset”,”nefret” beslemesini önler. Bu, görüşümüze göre gizliden gizliye sanatçının sevgiliyi koruma çabasıdır. Sevgiliyi güftelerinin tamamında yücelten, ilahileştiren onun güzelliğinden ve vazgeçilmezliğinden dem vuran, ona gözü gibi bakan sanatçıdan da daha farklısı yani sevgiliyi dinleyicinin önüne atması beklenmemelidir.

Yaşar Günaçgün’ün güfteleri hakkında başlıkta da belirttiğimiz üzere naçizane “kuş bakışı” bir değerlendirme yapmaya çalıştık. Onun şarkılarının temel direği güfteleri olsa da güftelere can veren notaların uyumunu göz ardı etmek olmaz. Onun notalarla buluşturduğu sözcükler gönül ağacımızın dallarına tünemişlerdir ve biz o ağacı o kuşlardan ayrı düşünemeyiz.
Şairin dediğini Günaçgün’e uyarlayarak bitirelim “kuşlar gibi cıvıldar \ tattırdığın acılar.” üstad!

23 Temmuz 2012 Pazartesi

İZLEDİM: MIDNIGHT IN PARIS

Bu geceki sinema keyfini Midnight İn Paris ile yaptım. Filmi önerenler olmuştu ancak filmin senaryosu ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. Açıkçası Paris'te geçen vasat bir Holivud Komedisi bekliyordum. O denli kötü olmamış hatta kahramanımızın 1920'lerin Paris'ine gidişiyle filmin seyri keyifli bile olmuş diyebilirim.

Woody Allen'ın yazdığı ve yönettiği filmde dikkati çeken unsur yazar olan esas oğlanımızın 1920'lerin Paris'inde yaşama arzusu. Bunu kahramanımızdan değil denyo nişanlısından öğreniyoruz.Kahramanımızın etrafındaki tek mal karakter nişanlısı değil.  Kahramanımız nişanlısının çok bilmiş erkek arkadaşı Paul ile de sıkıntı yaşıyor.Esas oğlumuzun nişanlısı yani  İnez'in  Paul için ağzının suyu akıyor. Onların sürekli yalakalanmaya ve eziklemeye dayanan dünyasından çok sıkılan kahramanımız Gil, bir gece yarısı Paris'in sokaklarını gezerken bir kilisenin önünden 20 model bir arabaya biniyor ve 1920'lerin Paris'inde Hemingwaylerin, Picassoların, Dalilerin içine düşüyor. Ortam entellektüellikten yıkılıyor anlayacağınız :)

Film edebiyatla arası iyi olanları kendine bir derece daha çekecektir. Kahramanımızın hayranı olduğu sanatçılarla karşılaştığı anları izlerken siz de kendi hayal dünyanızda kendi idol sanatçılarınızla dakikalar yaşayacak "La keşke böyle bir şey benim de başıma gelseydi." diyeceksiniz.

Ben 30-40 ya da 50'lere gitmek isterdim. Orhan Veli'nin kankası olmayı arzu ederdim sözgelimi. Kanka desem adam yanıma yaklaşmaz, polis çağırırdı ayrı mesele ya :). Dolaşalım dertleşelim edebiyat üzerine konuşalım isterdim tabii. O beni arkadaşlarıyla tanıştırsın isterdim :D Balıkpazarı'na gidelim, Oktay Rifat ve Melih'le sohbet edelim isterdim. Midnight İn İstanbul'unuzu siz de düşünün paylaşın dostlar. Paylaşın ama hakikatten bak yorumsuz 4. yazım oldu. Bırakıp gideceğim sizleri :) İyi geceler...

22 Temmuz 2012 Pazar

İZLEDİM: ONE DAY

Pazar gününü evde geçirecekler için facebook'ta yapılan film önerisi en çok bana yaradı sanırım. Güzel bir film izlemiş oldum facebook sayesinde, var ol facebook :)

Her neyse size önereceğim filmin adı "One Day". Beyazperdede Kate Winslet, Natalie Portman'ı ayrı yere koyarım ki bu ikisinin yanında  çok beğendiğim diğer aktrist Anne Hathaway'in başrolünü Jim Sturgess ile paylaştığı bir film "One Day". İmdb'de dram ve romantik diyerek kategorize edilmiş bu sevimli film.  Gerçekten de her iki kategoriye koyabileceğiniz bir film olmuş. Dramın sizi sarsan o dinginliğinin yanında sizi romantik hayallere iten romantik komedi unsuru gayet iyi yedirilmiş filme. 


Anne Hathaway'e bu tarz filmler çok yakışıyor belirtmeliyim. Bundan evvel de pek çok romantik komedi ya da dramda başrol oynadı Anne. Beyazperdede ender bulunan bir yüz bence. Kocaman gözler kocaman bir ağız ve dişler. Julia Roberts'ın doldurulamaz boşluğunu doldurmaya çalışıyor işte. Jim Sturgess ise romantik komedilerde gına getiren Asthon Kutcher'ın eskiyen yüzünü bize unutturuyor adeta. Helal olsun iyi de oyunculuk çıkarıyor.

Anne'nin "The Other Drugs" adlı romantik komedisini izleyenler bu filmden de benzer bir tad alacaklar. Benzer tad diyorum o filmde de bu filmde olduğu gibi esas oğlanımız bir hayli çapkın ve popüler.

Bir hayli çapkın ve popüler erkeğimiz Dexter (katil değil he :) Emma ile üniversite mezuniyetinde tanışıyor. Emma'yı görmeniz lazım ama bildiğiniz çirkin Betty. Yüzüne bakılacak cinsten değil. Neyse bizim çapkın Dexter'ın Emma kızımıza yazması ile başlıyor bütün hikaye. Yıl 89. Kahramanlarımızı 21 yaşlarından alıyoruz  ve günümüze getiriyoruz. Bu hikayeyi izleyin ve sonrasında şuracıkta tartışalım derim ben.

5 üzerinden 5'lik bir film değildi itiraf edeyim. Keza bu tarz filmler için kıstasım hep "Nothing Hill" olmuş ve genelde o çizgiye yaklaşamadıklarını görmüşümdür ama zamanınızı boşa harcamadığınızı düşündürecek bir film One Day.

Filmin afişini görünce tevekkeli "ben bunu bir yerlerden hatırlıyorum" diyordum. Bu film aynı zamanda bir roman uyarlaması. Tahmin edilebileceği üzere Twilight tarzı popüler bir romandan uyarlanmış. Romanını okusam pek beğenir miydim sanmıyorum ama filmi söylediğim üzere boşa zaman geçirmedim, fena değildi hissi uyandırıyor insanda. Hadi yarın bir yerlerden edinin ve şöyle güzel bir film keyfi yaşayın.Sonra konuşalım. 

19 Temmuz 2012 Perşembe

ABSÜRD BİR KİREÇBURNU MASALI: LEYLA İLE Mİ MECNUN :)

Geçtiğimiz yaz o büyük sıcaklarda odamda oturmuş Leyla ve Mecnun-Bir Çöl Masalı'nı yazarken (Şiirsel Tiyatro) internette bu büyük halk hikayesine ilişkin görseller arıyordum. Bu arama sırasında sürekli TRT'de yayımlanan Leyla ile Mecnun dizisinin görselleri geliyordu karşıma ve ne yalan söyleyeyim çıldırıyordum. Dizinin bu denli beni etkileyeceği aklımın ucuna dahi gelmezdi.

Açık söyleyeyim benim dizi izleme alışkanlığım Süper Baba'dan sonra bitmişti. O dizinin sıcaklığını aradım durdum diyebilirim her dizide ve ne yazık ki bulamadım. Kumral Ada Mavi Tuna romanı beni Süper Baba'daki samimiyeti uyandırdığı için etkilemiştir. Neyse bendeki dizi izleme arzusu Leyla ile Mecnun'la karşılaşınca geri geldi.

Genç senarist Burak Aksak'ın senaryosunu yazdığı, yönetmenliğini ise iyi bir sinema adamı olan Onur Ünlü'nün yaptığı "absürd" bir dizi L&M.

Televizyondan olmasa da netten izleyenlerinin sayısı rekorlar kırıyor. Dizi yayımlandığı her gün neredeyse dünya çapında TT olabiliyor. Buna rağmen büyük bir reyting alamadığı ortada.TRT dizinin arkasında duruyor ve bence iyi de yapıyor. 

 İzleyen kitlesi daha çok üniversite öğrencileriymiş gibi geliyor bana. Absürd'den ve modern hayatın espri anlayışından keyif alanların dizisi L&M. Hadi bu sezon izlemeye başlayayım diyenleri birkaç bölüm hayal kırıklığına da uğratabilecek, "bu nedir ki ya" dedirtebilecek ancak yukarıda saydığım kıstaslara uyabilecek arkadaşları  sonrasında çok etkileyebilecek bir dizi. Öyle bir dizi ki güncel siyasi saçmalıkları çok rahat eleştirebilen, bu eleştiriyi çok da kıvrak bir zeka ürünü esprilerle izleyiciye sunan hatta ve hatta yayımlandığı TRT kurumunu dahi yerin dibine sokabilen bir dizi. Yukarıda da belirttim TRT'nin dizinin arkasında durması büyük bir başarı.

 L&M öyle bir dizi ki konuşmanızı bile değiştirebiliyor. Örneğin ünlülerin pek de olmadığı bir mekanda yanınızdan Nuri Alço geçebilir ve siz: "Anaaa!! Nuri Alço geçio lan" diyebilirken yanınızdaki L&M fanatiği "Neee?Nuri mi Alço" diyerek sizi şaşırtabilir :) Ya da anlamadığınız bir meseleye "Nasıııııııııl" diye İsmail Abivâri bir şekilde bağırarak yanıt verebilirsiniz :) Pek tabii rakı için incire, şarap için üzüme, tekila için eriğe düşmek ağzınıza pelesenk olabilir, meyve suyunu gazeteye sararak içebilirsiniz. 

Birine kızdınız mı diyelim: artık ağız dolusu, ana avrat küfür etmezsiniz. Duş perdesi!!!, Kırık kulplu çaydanlık ya da Sarkozy!!! diye rahatlıyabilirsiniz :)

Dizinin kahramanları ayrı bir yazı konusu dostlar. Dizinin hikayesi de öyle. Bence siz netten başlayın diziyi ilk bölümünden izlemeye. Şu sıcak günlerde canınız sıkılıyorsa bu söylediğimi yapın derim. Sonrasında hem hikayeyi hem de karakterleri şuracıkta tartışırız, konuşuruz. Keyifli izlemeler.

17 Temmuz 2012 Salı

ORTA OYUNU: BORA ÖZTOPRAK & KAAN ÖZTÜRK

Öyle gece hayatı olan, yaz-kış demeden bar bar dolaşan bir tip değilim.

Yıllardır dostlarım  İstanbul Nispet Bar'da uzunca bir zamandır sahne alan ikilinin sahne performanslarını anlata anlata bitiremiyorlardı. Ben de 90'lardan bu yana takip ettiğim bu iki güzel insanı yaklaşık 2-3 metreden dinlemeyi çok arzuladım. Keza içeri adım attığımda garson arkadaş bütün masaların rezervasyonlu olduğunu dolayısıyla şansıma küsmem gerektiğini her şeye rağmen 23.30 gibi gelirsem belki bar kısmında bir yer olabileceğini belirtti.

22.00 ile 23.00 arasında içimde bir umut kırıntısı ile dolaştım. Ben pek yer bulabileceğimize ihtimal vermezken  23.00'da mekana vardığımda garson bardaki yeri gösterdi. 

00.00'da sahne alacak ikiliyi beklerken bir şeyler yudumladım. Sahneye yarım saat kala sırtında çantası, sade giyimli-kısa boylu :)- bir abimiz ki kendisi Bora Öztoprak oluyor, yanımıza geldi yanımızda duran arkadaşlarıyla selamlaştı. Evet dibimde oturup bir müddet sohbet etti kendisi. Şaşırmıştım. Adamda egodan eser yoktu. Sahneye çıktı, soundcheck denen şeyi yaptı. Kaan'ı bekliyordu belli ki. Sahne yaklaştıkça masalar doldu. Masaların birinde Çiçek Dilligil ve oğulları Ardahan bir de Akademi Türkiye yıldızı Tolga Futacı he bir de aile dostları vardı. Diğer masaların birkaçında Kaan ve Bora'nın arkadaşları... O denli samimi bir ortam vardı anlayacağınız.

Kaan da Bora'ya benzer bir giriş yaptı bara. Sen ben gibi girdi üzerindekileri bir kenara bıraktı sahneye çıktı falan. Nihayetinde performanslarını sergilemeye başladılar. Bora Öztoprak'ı yalnızca 90'lı yıllardaki şarkılarından ve kliplerinden tanımaya devam eden biri olsaydım sahnedekinin o olmadığını iddia edebilirdim ama sahnede insanları gülmekten krize sokan bir ikili vardı. Kaan ve Bora evet. Biri 90'lı yıllara damga vurmuş ama mankendir, cemiyetin ünlü ablalarıdır götürme yoluna bulaşmamış, aile hayatını tercih ederek sansasyonellikten uzak durmuş müthiş bir tenördü. Bora Öztoprak evet! Kendisi Türk müziğinin belki de en iyi 10 romantik şarkısından birine " Seni Seviyorum"a imza atmış bir sanatçı, bir düşünün agalar, beyler, bacılar!! Kaan belki pek tanınmaz ama bir sürü önemli adama gitar enstrumanını tanıtmış, tahminim gitarla saçlarını tarayabilen, yemek yiyebilen ve binumum ihtiyacını karşılayabilen bir virtiyöz, bir back vokal, bir 9'un 1'i. (Bu 9'un 1'ini bilmeyen araştırsın bir zahmet :)

Her neyse, Bora'da egodan tek bir iz bile yoktu. Kaan ise sanki odasında dostlarına şarkılar söylüyormuş, Bora üstâda vokal yapıyormuş alçakgönüllüğünde, bir başka deyişle havasındaydı. Sahnede harika şarkılarla insanları coşturan bir ikili yoktu sadece. Orta oyununun iki kahramanı Kavuklu ve Pişekar da vardı bence. Şakalaşmalar, laf sokmalar ;ama asla abartıya kaçmamalar... Bu Orta Oyunu  benzetmesini kendileri duysa ne derler bilemem ama o değerli halk sanatçıları kadar yüce göründüler gözüme. Sadece şarkılarını söyleyen kasıntı tipler yoktu sahnede, bizden iki kişi; bizi bize anlatan esprilerle hem müzik dünyasını hem de cemiyet hayatını tiye alıyordu. Bu anlamda bir içeceğe 13 TL verdiğimize hiç pişman olmadığımız bir gece yaşattılar bana

Daha önce bu ikiliyi sahnede izlemeyenlere şiddetle tavsiye ediyorum. İstanbul'da olanlar sanırım onları seneye de Nispet Bar'da izleyebilecekler. (İstanbul) Yaz aylarında ise tahminim bizim gibi yazlık beldelerde dolaşırken barların kapılarına dikkatle bakmaları gerekecek. Neyse bu harika şarkılarla bezenmiş modern Orta Oyununu izlemek istiyorsanız Bora Öztoprak ve Kaan Öztürk'ü takip edin, önce bir araştırın bu adamları sonra da seçiminizi yapın derim!

3 Temmuz 2012 Salı

Okudum: Gelen Yolcu

Bugün "okudum" başlığı altında yoğunlaşmaya karar verdim. Edebiyat Meclisi'nde şurada değerlendirdiğim bir kitabı "Yedim İçtim Okudum" okuru için yeniden fakat bu kez makale üslubunun soğuk havasıyla değil de biraz daha samimi bir şekilde değerlendireceğim.

2012 yılında beni derinden etkileyen kitaplar sıralaması yapayım istediğimde yazarlıkta olmasa da eser yayımlamakta çiçeği burnunda sayılabilecek sanatçı Sıtkı Silah'ın "Gelen Yolcu"su üst sıralarda yer alırdı sanırım. Sıtkı Silah, Georghe Orwell, J.Saramago, S.Zweig gibi önemli isimlerin arasında listemde üst sıralarda yer alıyor; onu sevmem için bu dahi yeterli.

Beğeni göreceli bir kavram, haliyle eserler üzerinde atıp tutmak da oldukça kolay. "Gelen Yolcu içerisindeki öyküleri bize tarif et bakalım hacı !" diyen biri olsaydı karşımda ona cevabım öncelikle "Biraz düzeyli ol lan, ne o hacı macı derdim" :) Yok yok, o kadar uzun boylu değil. Derdim ki "Hafız, mutlaka alıp okumalısın" ,"Bu kitabın içindeki öyküleri bir çırpıda, öyküden öyküye geçerken adeta manikdepresif bir kişiliğe bürünerek okuyacaksın!" derdim. Manikdepresif diyorum ya çok uygun bir benzetme olmasa da bir öyküde kahkahalara boğulurken öbür öyküde filozof kesilebiliyorsunuz Gelen Yolcu'nun sayfalarını arşınlarken. Heh ondan dediydim manikdepresif diye.

Gelen Yolcu, kulağınızda kulaklık, bangır bangır şarkı dinlerken okunacak bir öykü kitabı değil beyler. Düşünmek için konsantre lazım bilirsiniz! Neden böyle yazdım? Çünkü bizde mizah, güldürü unsuru ".suruktan teyyare selam söyle o yare" havasında değerlendirilir, önemsenmez. Mizah altyapısı olan kitaplarımız oldukça azdır ve çoğunluğu kalitesiz oldukları için pek anlaşılmadan geçiştirilip hafıza çöplüğündeki yerini alır. Gelen Yolcu, içerisindeki yoğun gülmeceyi okurun ilgisini çekebilecek, zaman zaman da absürde kaçabilecek bir tarzla okura sunuyor. Yavan, banal bir mizah yok yani kitapta. Kitabı okurken ağızdan salyalar damlıyor da yine de önünü ilikletip öyle okutuyor kendini. 

Peki kitabı yarın kitapçıya gitseniz bulur musunuz? D&R'da kitap satışa çıktığında satış sıralamasında ilk 3 sırayı uzun süre bırakmadı bu yavru. Muhtemelen hala D&R'ların raflarında kitabı bulabilirsiniz. Önce Kitap yayınevinin kağıtlarına basıldı Gelen Yolcu. Laf aramızda Doğan Kitap, YKY, Can gibi ulusal yayınevlerinin klasiklerine girebilecek bir yetenek Silah'taki. Yani bana kalırsa Önce Kitap sonra Silah diyen bir yerde pek durmaz.  He unutmadan göreceksiniz boynuz belki de kulağı da geçecek...

Boynuz kulağı geçecek dedim ya, 2009 yılı Sait Faik Abasıyanık Öykü Ödülünün sahibi Feryal Tilmaç'ın kardeşi Silah. Böyle anılmak istemediğine eminim ama n'aparsın dünya hali,gerçek! Önemli sanatçıların yakını olma duygusunu tam olarak bilmesem de hissedebiliyorum. Mayasında sanatçı hamuru olduğunu sonuna kadar gösteriyor Sıtkı Silah...

Ha Sıtkı Silah'ın sanatçı mayasından bahsetmişken sözü kuzeni Yaşar Günaçgün'den açmamak olmaz. Yaşar yahu Popçu Yaşar. Öyle tanınmasına gönlüm razı olmasa da Popçu Yaşar işte.Siz eminim Günaçgün diye bilmezsiniz. Hatta Günâgün'ken soyadının uzun zaman önce Günaçgün'e evrildiğini de. Onun kuzeni kendisi ve biraz da sayesinde tanıdım(k) Silah'ı. İyi ki de tanımışım, Gelen Yolcu gibi bir başucu kitabına,Giden Yolcu ve Yol gibi "beklenti"lere sahip olmuş oldum. 
Sait Faik Ödülü mü ?
 Süreya ile yanıt vermeli: Vakit var daha!


1 Temmuz 2012 Pazar

BURGER SORUNSALI

İlk yazımı yemek üzerine yazmayı tercih ediyorum. Yazının başlığından da anlayacağınız üzere "burger" leriyle övünen bazı işletmeleri karşılaştırma kararı aldım. Bu karşılaştırdığım işletmelerin hemen hepsinde defalarca burger yedim hatta farklı birçok şubelerinde bulundum.

"Burger" hızlı yemek (fast-food) alışkanlığının olmazsa olmazı. Lezzet unsuru geri plandaymış gibi dursa da kazın ayağı hiç de öyle değil. Burger de yiyor olsak yediğimizden lezzet alabilmeli, işletmenin içerisinde kendimizi rahat hissedebilmeliyiz.

Yazıya  burger işinin en popülerleri ile başlamayı uygun buluyorum. Bu firmaların üzerinde çok durmayacağım; malumunuz bu markalar hakkında herkesin öyle ya da böyle bir fikri vardır. Evet pek tabii Burger King ve McDonalds'tan bahsediyorum. İşte yukarıda bahsettiğim hızlı olsun da nasıl olursa olsun işi burger anlayışına sahip işletmeler bunlar.
Pekala, itiraf ediyorum ben de uzun bir müddet boyunca hepimiz gibi bu burgercilerin önünde uzayan kuyrukların içerisinde yer aldım. Bir sürü menü denedim ve keyif aldığımı düşünerek bir sürü hamburgeri mideme indirdim. Hepimiz gibi ben de bu firmaların eşantiyon sosları ile mutlu oldum.

Burger'in sadece bu işletmelerdeki gibi yapıldığını düşündüğümüzden midir ya da bu işletmelerin dünyadaki popülerliğinden midir bilinmez hepimizin-halihazırda da- buraların hamburgerlerine bayıldığı dönemler vardır. Oysa ne tavuklu ne de etli burgerler lezzet gözetilerek yapılıyor bu işletmelerde. Arka taraftaki telaşta kimsenin lezzeti, estetiği vb. düşündüğü yok farkındasınızdır zaten. Ee ön taraf için de aynı şeyleri söylemek mümkün.


Burger deneyimini yaşadığım ama pek de memnun kalmadığım bir işletmeden bahsedeceğim şimdi. Dükkan Burger.  İşletmenin tek olumlu yanı sanırım adlarını -biraz daha- Türkçe tercih etmeleri ve mekanlarında kullandıkları konseptleri. Özellikle İstiklal Caddesi'ndeki şubelerinde eksi ile moderni birleştirmeyi başarmışlar. Bunun dışında kayda değer bir tad alamadım mekandan. Ürünleri kağıt üzerinde getirmeleri bir tarz yaratma çabası gibi dursa da lezzet sıralamasında bahsettiğim ve edeceğim mekanlar içerisinde 3. sırada yer alabilir. Fiyat konusunda da orta direği çokça zorlayacak bir mekan Dükkan Burger.


Evet Burger krizi yaşadığım bir dönemin ardından neyse ki harika bir yerel işletme ve pek tabii onların burgerleriyle karşılaştım. Hem genel konseptleri ve misyonları hem de şubelerinin dekorasyonu ilgimizi çeken unsurlar oldu. "Masamızda dostlar renk renk..." gibi bir sloganları var bahsettiğim bu işletmenin. Yalnızca İzmir'de şubelerinin olması pek çok İstanbullu ve Ankaralı için büyük bir talihsizlik. Evet, Friends and Burgers'tan bahsediyorum. İşletmenin adının İngilizce olması beni rahatsız etse de bu durum bambaşka bir yazı konusu. Her neyse İzmir'de Balçova Kipa ve Karşıyaka Ege Park'ta şubeleri bulunan F&B'de hem tavuk hem de et burgerlerin ızgarada pişirildiklerinin hemen farkına varıyorsunuz. Tavuklu olanlarında tavukun incik diye adlandırılan bölümü kullanılıyor ki bu beyaz ete nazaran çok daha lezzet katıyor burgere. Şubelerinin genel rengi beyaz ve mekan beyaz taş duvar ve üzerinde mekanı tercih eden dostların bir sürü fotoğrafı ile kendini belli ediyor. Bu anlamda Ege'de bir sahil kasabasında bembeyaz ahşap sandalyeler üzerinde yemek yiyorsunuz hissiyatını duyuruyor size F&B. Kesme tahtasının üzerinde gelen burgerlerin yanında baharatlanmış elma dilim patatesler ikram. Burgerinizi ister bıçakla isterseniz de klasik bir biçimde kağıdında yiyebiliyorsunuz. Fiyat konusunda yazdığım ve yazacağım bütün mekanlardan daha iyi olan F&B, "Bu fiyata bu kalite inanılmaz! "sözlerini söyletecektir size.
Her anlamda 5 üzerinden 5 yıldızı hak eden F&B, ızgaranın cilvesinden yiyeceklerin size geç geldiği bir mekan, hatırlatalım. Bu mekan umuyorum ki şubeleşir ama şubeleştikçe değerinden bir şey kaybetmez ve diğer şehirlerdeki insanlar da bu Burgerlerin farkına varır.



Şimdi de geçtiğimiz gün bu yazıyı yazmama neden olan mekanı değerlendireceğim. Burger House. Bir İngilizce faciası daha. Bir işletmem olsaydı adını ben de İngilizce mi koyardım diye merak etmiyor değilim ama nedense bu durum beni çok kızdırıyor. Her neyse... Sloganları "Söylemiyoruz,iddia ediyoruz; şehrin en iyi burgerini biz yapıyoruz" olan bir işletme Burger House. Haksız da sayılmazlar sanırım İstanbul'un en iyi burgercisi kendileri;ama Türkiye'nin asla değil! Bağdat Caddesi üzerindeki şubesine gittiğim Burger House'ta F&B'de o lezzeti bulduysam her işin pirini yetiştiren İstanbul'da çok daha iyisini yeriz diyerek oturdum masaya.  İşletmenin dikkat çeken yanı upuzun bir yemek masasını pek çok insanın paylaşıyor olmasıydı. Bu işletmeye samimi bir hava katsa da uzun vadede insanları rahatsız edecek bir tarz oluşturmuş. Yerin kısıtlı oluşu da bu konsepti gerekli kılmış olabilir diye düşünüyorum. Burgerleri içinse lezzet sıralamamda ancak 2.liği verebilirim diyorum. Tavuklu olanında kullandıkları bölge tavuğun beyaz eti ki bu burgerin kuru ve lezzetinin kısıtlı olmasına neden oluyor. İçerisindeki malzemelerde karamelize soğan ve mısır burgerin tek artı yanı. Burger kayığa benzer bir tava içerisinde sunuluyor ve belirtmeliyim ki elma dilim patatesleri ikram değil! Masanızın hemen yanında yüzlerce ıslak mendil görüyor ve anlam veremiyorsunuz ta ki burgerinizin kağıttan kayarak tavaya düştüğünü ellerinizin battığını görene kadar. Bu diğer burgerlerde pek rastlamadığım bir durum oldu. Sebebi domates ve karamelize soğan olmalı. Fiyat konusunda da orta direği yıkacak bir politikaları olduğunu söyleyebilirim.



Sonuç olarak benim gözümde burger sıralaması: 
    
F&B > Burger House >Dükkan Burger >Burger King > McDonalds





Yedim İçtim Okudum'dan Merhaba

Evet, bambaşka bir blog daha ekledim koleksiyonuma. Bir edebiyat bir spor blogu derken sonunda yaşam tarzı diye adlandırabileceğim ve içinde pek çok şeye dair düşüncelerimin, eleştirilerimin, önerilerimin yer alacağı bir blog daha açtım. Kişisel bir blog anlayacağınız, yüzeysel bir günce...

Geçtiğimiz gün nişanlımla bir mekanda bir şeyler yerken bu blog fikri geldi aklımıza ve bu tarz bir kişisel blogun hem eğlenceli hem de faydalı olabileceğini düşündük.

Neler olacak bu blogda deyip neler olacağını sıraladığımda yapmak istediklerimi kısıtlıyormuşum gibi geliyor bana dolayısıyla sınırlar içine sıkışıyorum.

O yüzden blogun başlığı her şeyi anlatıyor diye düşünüyorum. Blogun başlığını da çerçeve olarak düşünmeyin başlıkta yazmayan şeyler de yazacağım, çizeceğim.

Haydi başlayalım bakalım...