30 Kasım 2012 Cuma

YAZDIM: GÖKKUŞAĞINA KIRGIN

İlkokuldan kalma tarih bilgimizle
Konuşuyoruz durmadan işte
Manşetler yönlendiriyor fikrimizi,
Filler tepede bizimçin tepişirken sanki
Acımadık öldürdük birbirimizi

Yobazın sağı solu olmaz dini, imanı
Tamam düşündüğünü savunacaksın belki aşkla
Ama dost, fırtınaların en güvenli limanı
Acımayacak, yıkacaksan onu başka !

Bak ondan, şundan, bundan beklerdim
Bir rakı sofrasını terk etmeyi
Hiç düşünmez kara kaplıya eklerdim
Bil, sana yakıştıramadım bu gitmeyi

Bazen en ikircikli duyguları ve çelişkiyi
Aşık çeşidi basit şiirler anlatır
Dostluk, gerektirir fikri bölüşmeyi
İnsanı nedense dost bildikleri kanatır

28 Kasım 2012 Çarşamba

YAZDIM:TARİHE NOT

TARİHE NOT

yedik efendi yedik
aksırıncaya tıksırıncaya kadar yedik
içeriz
içtik de

neler mi oldu şu beş on senede
her şeyi gören gözler doldu
ağlamak
sızlamakla beslenen de sonra
bundan nemalanmakla doydu.

yürekler nasır
dimağlar hep aynı
çelişkideyiz
sözde fikir çilesi çekmekte
büyük kısmımız yine aynı hevesi gütmekte
para sizde de tanrıdır
bizde de
kendini gözünü kırpmadan patlatanlar
tahtı sağlamlaşsın diye demir dağı kaynatanlar
şahsını nebi sanıp tırlatanlar
çekiçle balyozla uyanmasınlar diye
hürriyetin çivisini oynatanlar
yürekler nasır
ölümün rutine bindiği bir asır
şaşkınız
yere batsın diyorsun mevki aşkınız
hırsınız yere batsın
unutma sen de ihtimal
o kanlı yarışta
herhangi bir
atsın

27 Kasım 2012 Salı

İZLEDİM: MUHTEŞEM YÜZYIL - OKUDUM:CARİYE

Gündemdekiler "Muhteşem Yüzyıl" ile bunca haşır neşirken bir şeyler karalamamak olmazdı. Pek çok konuda olduğu gibi sanat alanında ve gündelik eğlencelerde de tabularımız var biliyorsunuz. Özgürlükçü bir yönetimin gösterildiği iddia edilen dönemde dahi aynı tabularla karşı karşıyayız ne acı! 

Meselenin birçok boyutu olmasına rağmen ben birkaç açıdan yaklaşacağım bu "Sülüman mevzusuna". Öncelikle tarihi karakterler ve olaylar günümüzün sinemasına alternatif teşkil eden dizi sektöründe kullanılmalı mı? Cevabım pek tabii "kullanılmalı" olacak. Eğitim işinin içinde biri olarak hem halkın hem de öğrenim görenlerin kafalarında  tarihe ilişkin bir görüntü olmalı değil mi? Eğlenerek öğreniyor insan bunu bir kenara yazın lütfen. Bu tarz diziler sonrası öğrenen kesimin olgu ve olaylara çok daha ilgiyle yaklaştığını, öğrenmenin daha kolay gerçekleştiğini söylemeliyim. Emin olun dizi sonrasında tarih algısı da pek değişmedi zaten. (Hala resmi tarihin gerçeği yansıtmayan soğuk taraflarını görüyoruz!)

Diğer boyut tarihi karakterlerin tarihe uygun yaratılıp yaratılmadığı meselesi. Pek tabii bu noktada tabularımız devreye giriyor. Muhafazakar bakış açısıyla tarihe bakanların asla kabullenemeyeceği sahnelerle dolu "Muhteşem Yüzyıl". Süper kahraman olarak tabulaştırdığımız tarihi karakterlerimizin basit bir insana ait olan öpüşmek,sevişmek,entrika,üzülmek,ağlamak,korkmak gibi duygu ve davranışlara sahip olabilmesi yakışık alan bir durum olarak görülmüyor. Bir başka kesim ise anladığım kadarıyla "bunlar tarihin her döneminde şöyleydi böyleydi daha başkası beklenebilir miydi ki bu yobazlardan" görüşünün temsilciliğine soyunmuş. Anlayacağınız iki uç nokta, olayı her konuda olduğu gibi bambaşka yerlere çekerek suyu bulandırıyor.

Ben objektif kalanlar arasında kendime yer bulmaya çalışanlardanım. Yeterli sayılmasa da tarih bilgim tarihi karakterlerin de insan olduğu gerçeğini kulağıma fısıldıyor. Herhangi bir insandan beklenebilecek her şeyi Kanuni'den, Osman'dan, İskender'den ya da Cengizhan'dan bekleyebiliyorum. Bu anlamda dizilerdeki insani halleri tarihi karakterlere dolayısıyla "ecdad sahipleri"ne hakaret olarak görmüyorum. Keza hayal ürünü vurgusu yapılmış bir yapıtı asla...

Ecdadın karalanması hususu ise çok komik ve ne yazık ki bu çağın meselesi değil. 1950'lerin tartışma konularını andırıyor. Boleyn Kızını izleyen İngiliz, ecdadını sapkın diye sahiplenmekten vazgeçiyor mu ? Keza halka hoş görünmek için Hitler sempatik bir karakter olarak mı çizilmeli ? Cesur Yürek'te William Wallace'a yapılanların anlatılması İngilizlerin dedelerine olan saygılarını ne oranda zedelemiştir? İnsanları ve olayları dönemlerinde değerlendiremediğimiz müddetçe böyle tartışmalar yaşamaya mecburuz sanırım.

Mesele hatırlarsanız dizinin yayına girdiği dönemden itibaren bir hararetleniyor bir yatışıyor. Son dönemdeki tartışmanın da altından çok güzel kokular gelmiyor fikrimce. Suyu daha da bulandırmadan hakkında 20 sayfadan fazla bilgimizin olmadığı Osmanlı haremine ilişkin bir alternatif sunmak isterim:


18.yy Osmanlı Sarayı Harem’inde imkansız bir aşk öyküsü...



Hepsi birbirinden güzel olan cariyelerin arasında aklıyla ve sıradışı kişiliğiyle öne çıkan bir cariye, sultanın yatağına yalnızca bir kez davet edilir, ve ona aşık olur. Yollamayacağı mektuplarına aşkını döker. Sultanın da ondan müthiş etkilendiğini, ancak çocukluğundan tahta çıktığı 50 yaşına kadar hapiste geçirdiği 44 yılın bıraktığı ruhsal bunalımlarla ondan kaçtığını, bu yüzden onu görmezden geldiğini bilmez.


Sultan da, cariye de, öyküsü diğerlerinden farklı olan yakışıklı bir harem ağasının tabloyu değiştireceğini fark etmemektedir...

Harem olgusunda cinselliği; kaçan ile kovalayan rollerini yeni baştan ele alan bu romanda yazar, olaylara hem sanat tarihçisi, hem de kadın olarak, değişik perspektiflerden yaklaşmanın tadını çıkarıyor. Bir yandan da arka planda Topkapı Sarayı Harem’inde yaşam ayrıntılarını, Harem’in içyüzünü, buradaki düzeni, adetleri, eğitimi, törenleri, eğlenceleri, giysileri, mücevherleri, dekorasyonu keyifli bir dille yansıtıyor.

Sultan Abdülhamid’in kadınlarından birine, Ruhşah’a yazdığı bilinen beş ateşli, içten, gerçek mektup romanın başlıca esin kaynağı.

Yazar arşivdeki bu mektuplardaki yakarışların nedenini, oraya kadar nasıl gelindiğini hayal ederek karşılığını kurgulamış, bu olağanüstü duygusal erkeğin karşısına ondan da çılgın, ondan da ateşli ve derinliği olan, zeki ve duygulu bir kadın koymuş.
Ve Harem’de geçen bir aşk masalı anlatmış.

Yazar'ın Resmi Web Adresi: http://www.gulirepoglu.net



26 Kasım 2012 Pazartesi

OKUDUM: SEN BENİM HİÇBİR ŞEYİMSİN

Attila İlhan dendi mi akan sular durur. Kaptan'ın şiir anlayışı Türk şiirinde kendime en yakın hissettiğim anlayıştır. Bir yanıyla bireysel kalmayı başarabilmek ancak dize dize, kelime kelime toplumun sorunlarına parmak basmak. Tam bir denge şiiri bana kalırsa Kaptan'ınki. Türk şiirine genellikle uçlar hükmetmiştir. Ya sanat için sanat yapmayı yeğleyenler ya da sanatı öcü gibi görüp salt toplum meseleleri ile uğraşanlar. Her iki unsuru da tadında kullanmayı bilen şair sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Attila İlhan o elin baş parmağıdır fikrimce.
Bir sürü şiirini okumuşsunuzdur eminim. Bana soracak olsanız ben şöyle bir ilk beş çıkarırım.
1-Kaptan  2-Ben Sana Mecburum  3-Pia  4-Üçüncü Şahsın Şiiri  5-Cinayet Saati 

Sen Benim Hiçbir Şeyimsin adlı şiiri benim ilk beşime girmez belki ama "meraklısı için notlar" kısmında bahsettiği hikayesi ile belleğime kazınmıştır, Bakın şairin kendi sözleriyle bu güzel şiirin hikayesi şöyle. Bir de Ahmet Kaya'nın bestesi ile aynı şiiri dinlemelisiniz. Ne kadar hüzünlü, ne kadar içlidir.




şiirin ilginç bir öyküsü var: o yıllarda özellikle izmir'de, bazı genç kızlar, telefonla beni arardı. kimisi adını verir, kimisi vermez. bazısıyla kültürpark'ta ya da karşıyaka'daki bir deniz kahvesinde buluşuruz, söyleşiriz. bazısı 'meçhul' kalmayı yeğler, sadece telefonla söyleşir. şiir işte bu sonuncu türden bir ilişkinin etkisiyle yazıldı. kim olduğunu hala bilmediğim o genç kız, en çok da geceleri beni arar, sıcak, biraz kırık sesiyle dakikalarca konuşurdu. ben de konuşurdum elbet. allah bilir ona neler anlatırdım. derken, dönüp dolaşıp onun benim neyim olduğu sorusuna takıldık, sıcak bir yaz akşamı gibi hatırlıyorum, sen dedim benim hiçbir şeyimsin. sonra bu yeni şiirin ilk mısraı oldu. bitirip ona okuduğumda adamakıllı içlendiğini hatırlıyorum. kimdi dersiniz?

SEN BENİM HİÇBİR ŞEYİMSİN


Sen benim hiçbir şeyimsin
Yazdıklarımdan çok daha az
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Lüzumundan fazla beyaz
Sen benim hiçbir şeyimsin
Varlığın yokluğun anlaşılmaz

Galiba eski liman üzerindesin
Nasıl karanlığıma bir yıldız olmak
Dudaklarınla cama çizdiğin
En fazla sonbahar otellerinde
Üniversiteli bir kız uykusu bulmak
Yalnızlığı öldüresiye çirkin
Sabaha karşı öldüresiye korkak
Kulağı çabucak telefon zillerinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Hiçbir sevişmek yaşamışlığım
Henüz boş bir roman sahifesinde
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Ne çok çığlıkların silemediği
Zaten yok bir tren penceresinde

Sen benim hiçbir şeyimsin
Yabancı bir şarkı gibi yarım
Yağmurlu bir ağaç gibi ıslak
Hiç kimse misin bilmem ki nesin
Uykumun arasında çağırdığım
Çocukluk sesimle ağlayarak

Sen benim hiçbir şeyimsin





SEN BENİM HİÇBİR ŞEYİMSİN

25 Kasım 2012 Pazar

YAZDIM: KABULLENİŞ

KABULLENİŞ


ilk şiirlerinde murat'ın
aşktan ve anlaşılmazlıktan
temasını seçerdi diye
geçecek
biliyorum adım

ben
aşkı bırakamam
anlaşılmayı arzularım
ölüme giden mayın döşenmiş bir yolun
insafsız bir hava aracı olduğunu
yol kesildiğini
pusu kurulduğunu
yaşamadım ama
anlarım

sen
kavrarım
fildişi kulemden inmem
yalnızlığımdan bir adım öteye gitmem
yaşananların kirli bir oyun olduğunu
her gün onlarca ananın öldüğünü
anlarım ama bilmem

biz
çırpınıp duruyoruz işte
gel kabullenelim yetersizliğimizi
savaşla başladığımız şiirimizi
barışla bitirelim işte

Murat Gil

SÖYLEDİM: ELENİ-YAŞAR GÜNAÇGÜN


Merhaba Yedim İçtim Okudum okurları. Bilen bilir Yaşar Günaçgün'ü severim. 90'lı yıllarda sanatçılara olan hayranlık bile çok daha kaliteliydi diye düşünenlerdenim. O zamanlar kısıtlı şartlarla sevdiğimiz sanatçıların özel hayatlarına ilişkin bir kırıntı bulsak çok sevinirdik. Şimdiyse her şey gözler önünde yaşanıyor. O yıllarda sanatçının yayımladığı şiir kitabından çok sevdiğim bir şiiri seslendirdim. Humouru -nükte- olan bir şiir ve bir o kadar da lirik. Buyrun dinleyin buradan.



Eleni-Yaşar Günaçgün

24 Kasım 2012 Cumartesi

SİNA AKYOL'A SORDUM

Geçtiğimiz ay "yasakmeyve" dergisinde "Vaad Edilmiş Sayfalar" köşesinin sahibi Sina Akyol'a e-posta yoluyla birkaç soru sordum. Bu sorulara ihtiyaç duydum çünkü yasakmeyve'ye yolladığım hiçbir şiir yayımlanmaya değer bulunmamıştı. Edebiyat dergilerinde yer alan ve salt imgeye yaslanan -imge demeye de bin şahit aratan- şiire tepkiliydim. Şiirde ses unsurunun önemini yitirmesi, sadece anlamıyla okuru yakalayan bir şiir yaratma çabası beni rahatsız etmiştir. Böylesine bir şiir anlayışının egemen olduğu edebiyat dünyasında dergilerin de böyle şiirlere meyilli oluşu beni üzüyordu.  

Her neyse, sorduğum sorulara yanıt geldi bu ay. Yasakmeyve'de yayımlanan sorum ve üstat Sina Akyol'un cevabı şu şekilde.

SORUM ŞÖYLEYDİ:

  • Devrin gerektirdiği ölçütlerde şiir yazmayan sözgelimi Halk şiirinden ya da Divan'dan beslenen bir sanatçının günümüz edebi yayınlarında kendine yer bulma olasılığı nedir? Şiirde müzikalite ve anlam oyunlarını önemseyen, serbest şiiri değil de biçimi ile var olan şiiri arayan şairin o sayfalarda olma olasılığı?

  • Gerçekten çok kafa yorduğum bir başka soru da şu: Bugün yaşasalardı, Orhan Veli, Orhan Seyfi Orhon, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Sıtkı vb.gibi kimi şekle önem veren kimiyse bütün sanatkarane unsurları şiirden atan  sanatçılar sizce edebiyat dergilerinde eserlerine yer bulabilirler miydi?

Orhan Veli'ye Posta gazetesinin yolu gösterilir, Necip Fazıl'a bırak bu şekilciliği ve heceyi gibi nasihatler edilir miydi? 

Kafamdaki ses devrin post-modernist havasına uygun,bireyci, içe dönük, anlaşılması güç, salt imgelere yaslanan tatsız şiirini tercih etmediğimizde o sayfalarda yer bulamayacağımızı fısıldıyor. 



SİNA AKYOL'UN CEVABI


...Halk şiirinden ya da Divan şiirinden niçin beslenilmesin, beslenilebilir elbette. Ama şu " beslenmek" sözcüğüyle ilgili olarak "bir iyice" düşünmek gerekir. Adı üstünde, Halk ya da Divan şiirinden besleniyorsunuz. Yani güç alıyorsunuz bir bakıma. Peki ne yapmak için? Tipik bir Karacaoğlan koşması ya da tipik bir Baki gazeli yazmak için değil de, başka bir şey yapmak için olsa gerek bu "beslenme"niz. Günümüz şiirinde gerek Halk, gerekse Divan şiirlerinin özünden; sesinden, edasından, daha pek çok şeyinden, kısacası "kültürü"nden yola çıkarak belirli bir "dönüştürümü" gerçekleştiren şairler yok mu? Onların, dergilerde de okumakta olduğumuz şiirleri, "devrin gerektiği ölçütler"in fersah fersah uzağında mı? Biraz da kinayeli bir şekilde, "devrin gerektirdiği ölçütler" denerek, bugün bazı şairlerimizin yapıp ettikleri elbette eleştirilebilir. Ama bu tür eleştirilere konu olan şiirler, bütün bir şiirimizin paydası kılınmamalı. Anlayabildiğim kadarıyla, çok kullanılmakta olan bir ifadeyle, "imge salatası" halinde, ne dediği bir türlü anlaşılamayan, türdeki şiirlere karşısınız. Unutmayalım ki son kırk yılda, alabildiğine gergin, alabildiğine bunalımlı olduğumuz dönemler yaşadık, yaşamaktayız, daha da yaşayacağız.Bu karmaşada her şey yazılır ve sonunda sahibini bulur. Ne yazılıyorsa, her yazılmakta olanın, az ya da çok okuyucusu, mutlaka vardır. Yazılan'ın okuyucusunun az olması, o yazılanın değerini düşürmez. Zaman içinde, onca taş yerli yerine oturur. İkinci Yeni'de de böyle olmamış mıdır? İkinci Yeni'nin çapaklarından arınması için az mı zaman geçmiştir? Ayrıca unutulmamalı, yalnızca ve rastgele üç örnek vermekle yetineceğim, sözgelimi bir süre önce kapanan Heves dergisinde ya da şimdilerde Kitap-lık dergisinde okuduğumuz/okumakta olduğumuz şiirlerin yanı sıra, yine sözgelimi "Şiir'den" dergisinde yayımlanan şiirler bambaşka bahçelerin ürünleri. Diyeceğim şu: Genelleme yapmamak en iyisi

Orhan Veli 1950'de öldü. Son şiir kitabı 1949'da yayımlanmıştı. Orhan Seyfi Orhon 1972'de öldü. Son şiir kitabı 1970'de yayımlandıysa da, özellikle 1930'lardan sonra, zaten şiir okurunun ilgisini çekmeyen bir "eski şair" haline gelmişti. Necip Fazıl Kısakürek 1983'te öldü.Son şiir kitabı, kimi sözlüklerde "Esselam:Mukaddes Hayattan Levhalar" olarak geçse de, 1969'da yayımlanan Şiirlerim adlı eseri son şiir kitabı olarak kabul edilir. Özellikle kenarda duran sivri kişiliğinden ve tabii ki kendi tercihinden dolayı belirli bir kesimin şairi olarak değerlendirildi. Büyük saygı ve kabul gördü. Öyle ki "bir başka dünyanın sesi" olan YKY bütün şiirlerini 2005'te Çile adıyla yayımladı. Cahit Sıtkı Tarancı 1956'da öldü. Son şiir kitabı Sonrası, ölümünde sonra 1957'de yayımlandı. Bu bilgilerden sonra, gelin Orhan Seyfi ile Necip fazıl'ı hariç tutarak belirtelim, öyleyse Orhan Veli ile Cahit Sıtkı'dan söz açacağız demektir, çekip gittiklerinde, o tarihler itibariyle kendilerini kendileri kılan eserlere zaten imzalarnı atmışlardı. Sözgelimi Oktay Rifat, sözgelimi Melih Cevdet Anday da gittiğine göre, Orhan Veli'nin de, Cahit Sıtkı'nın da bugünleri görmeleri imkansızdı diyelim. Öyleyse, gidenin, gittiği tarih itibariyle yaptıklarına bakalım.

Sorularını soran kardeşime ben de bir soru soracağım: Siz Melih Cevdet Anday'ın 1989'da yayımlanan ve sondan bir önceki kitabı olan Güneşte'si ile Oktay Rifat'ın 1987'de yayımlanan son kitabı Koca Bir Yaz'ını okudunuz mu? Demek istediğim şu ki, üçlü çıkışlarını "Garip" ile yapanlardan gerek Melih Cevdet gerekse Rifat, bugünün dergilerinde bırakınız kendilerine " yer bul"mayı, onur duyularak ağırlanırlardı. Yazabildikleri son günlerine kadar da öyle ağırlandılar. Orhan Veli'ye gelince. Kendisini 1950'ye kadar yazdıklarıyla değerlendirilmemiz gerekir. Anday ve Rifat'ın yaşlarına erseydi, elbette tıpkı onlar gibi. Elbette tıpkı onlar kadar değiştirecekti şiirini. Öyleyse,"kimiyse bütün sanatkarane unsurları şiirden atan sanatçılar sizce edebiyat dergilerinde eserlerine yer bulabilirler miydi?" biçiminde bir soru sormak yerine, 1950'nin Rifat ve Anday'ı ile 1987'nin Rifat'ı ve Anday'ı arasındaki farklara bakmak daha olsa gerektir.

Ekleyelim: Bugün'den bakıldığında Orhan Veli şiirleri yetersiz bulunabilir, hatta günlük bir gazetmizin iptidai şiir köşesine de "yakıştırılabilir" (Mektubu yazan arkadaşımız Orhan Veli şiirlerini tabii ki oiptidai köşeye yakıştırmıyor, bunun farkındayım ama " bugünün dergilerinde Orhan Veli şiiri gibi yazanlara yüz verilmiyor" demek de istiyor. Tabii ki verilmeyecek, 2012'de 1950'nin şiiri yazılır mı hiç?) Ne var ki Orhan Veli şiirini bugün'den bakarak "küçümsemek" fevkalade yanlış bir bakış açısıdır. 1950'de aramızdan ayrılan Orhan Veli, hangi zamanda, nasıl bir şiir ortamına karşı yapmıştır müdehalesini, konuya bu bütünsel bakışla yaklaşmazsak, göreceğimiz şeyi yanlış göreceğiz demektir. Canalıcı soru işte tam da burada gelecek: Yanlış, gördüklerimizde mi acep; yoksa onlara yanlış bakmakta olan gözlerimizde mi? (Algımızda mı?)...



Cevap bu şekildeydi işte. Cevaptan tatmin oldum tabii ki ama şunu belirtmeliyim ki hala hiçbir dizesi anlaşılmayan "müzikalite"den yoksun şiirden hoşlanmıyorum. Çağın modası bu diye böyle şiirden keyif almak için kendimi de zorlamayacağım. Kalın sağlıcakla...