13 Ağustos 2012 Pazartesi

DÜŞÜNDÜM: ANLAMIYORUM VE HOŞLANMIYORUM

Orhan Veli'nin Şairin İşi adlı denemelerinin toplandığı kitabı okurken bir yazı dikkatimi çekti. Yazıda sanatçı ,zamanının marjinal olarak tanımlanan Picasso gibi ressamlarının resimlerine bakıp "Hımmm, yok ya anlamıyorum" ya da yine klasik müzik parçalarını dinleyip "Hımmm, yok anlamıyorum" ve hatta dönemin yeni tarz şiirler yazan şairlerini okuyup " Hayır, hayır anlamıyorum" diyen aydınlarını eleştirmiş.
Bu adamların bu eserlerden lezzet alan kişileri hor gören bir biçimde "Bunlardan mı keyif alıyorsunuz, eziksiniz, bunlara sanat diyorsanız yürüyün gidin Allah aşkına" dercesine rol kesmelerine "Evet, gerçekten anlamıyorsunuz" manasında cevap niteliğinde bir yazı yazmış.

Yazı 1947'de kaleme alınmış. Sanatın hemen her alanında devrim sayılabilecek eserlerin verildiği özellikle ülkemizde geleneğin dışına çıkılarak tabuların yıkıldığı yıllar. Bu sanat eserlerine burun kıvıran sözde ya da hakiki aydınların bulunması doğal görünüyor. Ben olaya kendi açımdan bakarak bu hususta bir şeyler söylemek isterim.

Günümüzde durum tam tersine döndü sanki. Yani Orhan Veli'nin şikayet ettiği şahıslar bana kalırsa Orhan Veli'nin "doğru davranışı sergilemesi gereken adamlar" haline geldiler. Picasso'yu beğenmediğini, Mozart'ı dinlemediğini söyleyen birine "Sen ne kadar sığsın, sen ne kadar eziksin" tavrı sergileniyor.

Sanat eserlerinin birey nazarındaki değeri hususundaki fikrim şöyledir: Sanat eseri bireyin anladığı kadar değerlidir bence. Bu anlamda bir standarda ulaşmamız, genelgeçer yargılara erişmemiz mümkün değil. Picasso'nun bir tablosunun Çoban Ahmet Abi gözündeki değeri ile güzel sanatlar bölüm başkanının gözündeki değeri aynı olamaz sanırım. Bu büyük bir sorunsal pek tabii. Asırlardır tartışılan ve "zevkler ve renkler tartışılmaz ki " denerek geçiştirilen bir meseledir.

Kültürlenme sürecini ortalama bir yeterliliğe-ki nedir bu yeterlilik o da tartışılır- tamamlamış herhangi bir insanın Picasso'dan, Mozart'tan, Eluard'tan hoşlanıyor olması bana kalırsa ne o bireyi hakiki aydın, ne de bunları beğenmiyor olması sözde aydın yapar. 

Ben resim ve müzik alanında teorik anlamda yetkin olduğuma inanmasam da "Ay'a ilk kez ayak basmış, orayı ilk kez gören  bir insanın" saflığına yakın bir tavırla "Hayır anlamıyorum ve hoşlanmıyorum" diyorum.  Picasso ve Mozart için böyle diyorum mesela. Bütün resimleri için değil ama o da ilginç. Mozart'ın da bütün parçaları için değil. Bazı kübist eserler gözüme hoş gelip bazı klasik parçalar bana keyif verebiliyor. Ama genelini değerlendirdiğimde hayır estetik hazzımı bunların üzerine kuramazdım diyor beğenmediğimi belirtebiliyorum.

Günümüz şiiri için de aynı şeyleri söylemeliyim. Arada çıkan kimi şiir ya da şairleri-ki münferit örneklerdir- beğensem de 80 sonrası şiirden keyif alamıyorum. Evet "Anlamıyorum, hoşlanmıyorum!"

Orhan Veli yazısında geleneklere, dededen babadan kalanlara bağlı kalmayı ya da bunlardan sıyrılamamayı aydın olmanın engeli olarak belirtmiş fakat ben buna katılmıyorum. Bireyi geçmişinden, geleneklerinden bağımsız düşünmemiz onun hiçbir etkilenmeye müsaade etmeyen bir fanusta büyüdüğünü kabul etmektir.Böyle bir insanın varlığı kabil midir?  Bu anlamda birey içinde yaşadığı kültürün kendinde yarattığı estetik değerlere hitap etmeyen sanatsal eserlerden haz alamayabilir ve bu onun ayıbı olmamalıdır. Pek tabii Kanık'a katıldığım bir nokta  var : bu eserleri beğenen insanları eziklemenin yanlışlığı o dönem için de bu dönem için de aynıdır.

Düşüncelerimin ileride değişebileceğini belirtmek ve yazıya Orhan Veli'nin güzel bir sözüyle son vermek istiyorum.

Siz de bir şeyler söyleyin, fikrinizi belirtin dilerim!

                        "İnandığından başka inanılacak şey olmadığına inanan insan tam bir softadır."

9 Ağustos 2012 Perşembe

OKUDUM: SON - POLAT ONAT




Daralan bir fotoğraf gelincik nasıl solarsa / Sana sesleniyorum şiirin ötesindeki hey… diyerek sesleniyor şair “Yürek” şiirinde. Polat Onat’ın ilk şiir kitabı “Son” şairin şiir adına son kitabı olamayacağını o günlerden belli ediyor.

“Son” artık ondan ötesi ya da başkası olmayandır bazen. Bazen en arkada kalandır. Nihayete ermiş olandır. Bitmek tükenmek, ya da ölüm olarak da tanımlayabilirsiniz.

Evet, "Son" kitabı sizleri kapı önünde karşılayan bir ev sahibi gibi: yol gösterici, misafirperver, hürmetkâr… Bu yargıya Onat’ın şiir dünyasında bir geziye çıkmadan önce beni karşılayan sayfalar sayesinde vardım. Onat “son” sözcüğünün ve başka sözcüklerle oluşturduğu öbeklerin hangi anlamlara gelebildiğini okuyucuya sunarak onları bu konu hakkında düşündürüyor ve belli ki harika bir yolculuğa hazırlıyor. Sonsuza ya da şairin yarattığı dünyaya bir yolculuğa çıkıyormuşsunuz hissiyatı kaplıyor içinizi. İsterseniz kitabı okumadan önce sizi bu maceraya biraz daha hazırlayalım…

"Sorular" şiiriyle başlıyor kitap. “Sorular” öyle bir “girizgah” olarak tasarlanmış ki, kitaptaki her şiirin ardından bir şeyleri sorgulayacağınızı hissettiriyor size. Cevaplar arayan bir şaire yardım edecekmişsiniz gibi bir tavır takınıyorsunuz. “Cevapsızlığın kunduzuna her zaman inanan” Onat, her dem sizi meraklandıracak ve sonunu size bırakacak bir şeyler buluyor tabii. Sorular şiirinin ardından okuyacağınız hemen her şiir 6-7 dizelik bentlerden oluşuyor. Şiirlerin bunca kısa yani yoğun oluşu aslında okurun kendi hayal dünyasında özgür bırakıldığı fikrini doğuruyor bende. İmge konusunda özellikle“tezatları” ve “soyutlamayı” sıklıkla kullanan şair, yazımın başında da belirttiğim gibi misafirperver bir ev sahibi misali okuru yarattığı hayali dünyada bir gezintiye çıkarıyor.

“Belki bir kurtuluş biliyorsun anlatmak / Paramparça bir sandal yüzerken koltukta / İlk kez huzuru gördüm mutluluktan kederli” dizelerinde olduğu gibi şairin pek çok dizesinde imgelere ve tezatlara yaslandığını gözlemliyorsunuz. Şairin alışıldık söylemler kullanmadığı ortada: “Huzur”u mutluluktan kederli bir haldeyken bulan şairin huzursuzluğunu tezatlardan yararlanarak pek çok şiirde anlatabiliyor olması etkileyici. Şairin şiirlerindeki imgelerin yoğunluğu “İkinci Yeniciler”le örtüşüyormuş gibi görünse de Onat, İkinci Yenicilerin birçoğunda gözlemlenen “anlaşılmazlığı arama” yanlışına düşmüyor. Şiirlerinin tamamına yakınında “anlaşılmayı” hedefleyen şair “Son” kitabında her şiirinde bir romana sığabilecek hikayeleri paylaşma isteği ile dolu olduğunu hissettiriyor okuruna

Kalemindeki hiciv yeteneğini toplumsal meselelerde ara ara gösteren şair, kaleminden kam damlatan dizelerine bizleri Filistin meselesi üzerine yazdığı “Savaş” şiirinde tanık ediyor. Kitaptaki mekan tasvirleri sizi ilk şiirden bu yana içine çeken hayali dünyaya özgü.Anlayacağınız şairin düş dünyasında dolandığınızın her şiirde farkında oluyorsunuz :“Demek her şey bitti başlayan hatırlamak / gecede uğultular tenha bir rıhtımın sustuğu / ufka doğru kapanıyor bulutsuz deniz / boşluk bırakarak kaybolup gidecek” , “ tan vakti uyanınca günün ışığı ilk sardığı / bir güvercin yırtacak gökyüzünü makasıyla”.


Şiirlerinde yarattığı dünyada olduğu gibi özgür kalmayı yeğlemiş Polat Onat. Son’daki bütün şiirler serbest nazmın güzel örnekleri arasına girebilecek düzeyde. Onat, okuru imgelerinin gizeme sürükleyen yanlarıyla yakalamayı yeğliyor . Tema ne olursa olsun şiirlerine hakim olan lirizm, okurun yüreğinde mutlaka bir iz bırakıyor.
Dağlarca’nın hakkında “Şiirin üzerine varılmaz. Şiir varır insanın üstüne, çabalarınızda başarılı olacağınıza inanıyorum” sözlerini ettiği şair “üzerine varan şiiri” Son kitabında okurlarına göstermeyi bilmiştir. Onat, bir sonraki bölümünü heyecanla bekleten bir film gibi sonlandırmıştır ilk ama “son” olmayan bu güzel kitabı.


… öyle sabit havada asılı kalan iki kuru yaprak
Ve uğultusu rüzgarın tahteravalliyi sarsan
Hep beraber tozlanıyoruz fotoğraf albümünde
Çekmecenin içindeyiz unutulmuş sonsuza dek
Sana doğru koşarken
Önemli olan
Şey.


***SATIN ALMAK İÇİN: tıklayın

8 Ağustos 2012 Çarşamba

OKUDUM: ŞAİRİN HAYATI ŞİİRE DAHİL



Bendeki Cemal Süreya hayranlığı üniversite öncesine, lisenin son dönemlerine kadar gider. Üniversitede şiirlerini okuduğum bu "Cins Şair"in hayatını okuma fırsatını da bu yıllarda elde etmişimdir. Şu bir gerçek ki birçok değerli sanatçımızın Cemal Süreya'nınki kadar detaylı bir biyografisi bulunmamaktadır. (keşke olsaydı)

Şairin hayatını tüm detaylarıyla, onun sözlerine ya da farklı kişilerle yaptığı röportajlara dayandıran bu yazılar Feyza Perinçek ve Nursel Duruel'e ait. Bu iki değerli insan araştırmalarını ve kendi anılarını "Şairin Hayatı Şiire Dahil" adlı kitapta toplamışlar.Bense bu güzel kitabı gözlerim dolarak bitirmiştim hiç unutmuyorum.
Neyse sadede gelmeli. Kitapta, kitabı okumayan birçok insanın bilmediği türlü olay var tabii. Cemal Süreya'nın bazı şiirlerin hikayeleri bu kitapta gizli dostlar. Bugüne değin edinmediyseniz almalı, okumalı üstadın hayatına dair pek çok şeyi keşfetmelisiniz. Kendi kitaplarında yer almayan bir sürü şiirine de ulaşabilirsiniz bu kitapta. Bu yazının yazılma amacı da böyle şiirlerden biri tabii.

Bu yazımda bu kitapta geçen ve öğrendiğinizde "Vay be öyle miymiş?" diyebileceğiniz birkaç olaya değineceğim.

Orta okuldan bu yana Seniha adındaki bir kıza aşık olan üstad ilk evliliğini de Seniha Hanım'la gerçekleştirir. O yıllarda Ankara Siyasal Bilimler Fakültesi'nde eğitim gören Süreya, biricik aşkı Seniha ile nişanlanmayı aklına koymuştur:


..."Şairin babası Hüseyin Bey'in kaygıları vardır. Seniha'nın evin geçimine katkıda bulunabilecek bir işi yoktur; üstelik ailesi de yoksuldur. Bunu söylediğinde Cemal Süraya'nın tepkisi ağır olur. "Biz yoksul değil miyiz baba!"der ve ilk kez, babasına isyan edercesine çatalını gürültüyle masaya bırakır, çıkar gider.

Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum
Siz hiç hamama gittiniz mi?
Ben gittim lambanın biri söndü
Gözümün biri söndü kör oldum
.....

1953'üm 23 Kasım'ında nikah kıyılır. Cemal Süraya'nın ailesinden tek kişi yoktur...

Canından çok sevdiği insan Seniha ile evlenmiştir Cemal Süreya. Evliliklerinin ilk dönemleri Süreya'nın okulu yüzünden ayrı geçer. İşte o dönemi çok güzel anlatan bir şiir

Ben Seniha Seber Ben Cemal Seber
Ben seni severim Ben de seni
Ben soba yaktım Ben tavukları hatırladım
Bulutlar güzel oluyor Beyaz da oluyor
Benim gözlerim var Benim mercimeğim var
Gözlerim iki tane Mercimekler yaşasın
Ve yıldızlar Senin yıldızların
 Ve şiirler  Benim şiirlerim
Ve sen Evet ben
Sen  Ben
 Niçin Niçin
 Niçin mi
 Biz
 İkimiz
 Dünyada
Bir taneyiz
Pour toi mon amour
 Joi achete des fleurs
Biz Cemal ve Seniha Seber
Ve yaşamak tomur tomur dallarda
.................

Evet gördüğünüz gibi Süreya sevdiği kadına böylesine hasrettir. Babasına sırt dönecek kadar...


İlgimi çeken bu güzel hikayenin sonu oldu elbette dilerseniz bitirelim:

Cemal Süreya, Seniha Hanımı; onu üzdüğü günlerin ardından kaderin cilvesiyle mürekkep akıtan kalemine bakıp "Onu üzdüm ya, dolmakalem bile ağlıyor" diyecek kadar sevmiş olmasına rağmen gel-gitleri çok olan bir insandır. Zaman zaman neşesine diyecek yokken; zaman zaman şiddete varan öfkesiyle evliliği çekilmez hale getirmiştir. Bir keresinde yeşil zeytinli börek istediği Seniha'sının "peynirliden başka börek bilmem ki" lafına çok sinirlenmiş ve tokatı Seniha'nın yüzünde patlatmıştır üstad. Buna benzer durumların çoğalması ve şairin çalkantılı bir denizde oradan oraya sallanan bir tekne misali dengesiz oluşu bu evliliği bitirmiştir. Oysa Balzamin'idir Seniha Hanım şairin. Orta okul sıralarında kırmızı mürekkeple adına ilk şiirleri karaladığı kadındır. Evliliğinin ardından 4 farklı evlilik daha yapan sanatçı aradığı mutluluğu bulabilmiş midir acaba?

Balzamin'le bitirelim:



sen el kadar bir kadınsındır
sabahlara kadar beyaz ve kirpikli
bazı ağaçlara kapı komşu
bazı çiçeklerin andırdığı
iş bu kadarla bitse iyi
bir insan edinmişsindir kendine
bir şarkı edinmişsindir, bir umut
güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
saçlarınla beraber penceredeyken
besbelli arandığından haberli
gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
sevgili

7 Ağustos 2012 Salı

OKUDUM: CİĞERDELEN

Safiye Erol'un hayatı için TIKLAYINIZ


Üniversitedeki bir hocamız demişti hiç unutmuyorum. Dersleri pek de yakından takip etmeyip en arka sırada hayallere dalmayı yeğleyen biri olarak aklımda kalan ender sözlerden birini o ara kaydetmişim beynimin ücra bir köşesine. Hocamız: "Safiye Erol'un "Ciğerdelen" adlı eserini mutlaka okumalısınız. Türk edebiyatının bana kalırsa en iyi aşk romanıdır." demişti. O günlerde kafamda yer etse de "He he evet tabii hocam" demişimdir eminim :)

Çok zamandır aklımdaydı ama inanın 6-7 senedir fırsatını bulup da okuyamamıştım. Zaten kitapçılarda da sıkça rastlaşabileceğiniz bir kitap değilmiş Ciğerdelen, geçtiğimiz gün ararken anladım. Geçenlerde netten ısmarladım ve okudum bu bilinçaltıma yerleşen yapıtı. Beklediğim gibi miydi ? Şöyle söylemek daha doğru olacak: "Çok daha farklı hayal etmiştim."  Ancak şunu söylemekte yarar var dostlar, Safiye Hanım aşk ve hayat üzerine harika belirlemeler yapıyor romanda. Entellektüel kimliğini her ayrıntısıyla görebiliyorsunuz romanın sayfalarında. 

Romandaki aşk aslında yalnızca "beşeri" bir başka deyişle "maddeci" aşk olarak kalmamış. Vatan aşkı ve Tanrı sevgisini de romanın hemen her köşesinde harmanlamış yazarımız. Romanın dili içim harikulade diyeceğim. Benim harikulade anlayışım pek tabii okur için ne ifade eder bilemem ancak Safiye Erol yaşatmak istediği dönemi muhteşem bir şekilde gözlerinizin önüne serebiliyor. Siz kitaptaki dil sayesinde hikayenin geçtiği yüzyılda yaşıyorsunuz adeta. 

Kitaptan bir alıntı yapayım, Turhan Bey'in Cangüzel Hanıma duyduğu deruni aşk ile ilgili bir küçük bölüm paylaşayım  ve okumak için tercihi size bırakayım.
 
"Hayat" denilen yapının biz sanatkarlar, orta katından ayrıldık, yedi kat göklere çıktık. Fakat cennetin bayıltıcı nur kaynaşmasında erimedik. Yedi kat yerin dibine geçtik,kanlı çekiler baskısında çürümedik. Katıksız öz mayamız varmış. Geri döndük, temelli yurdumuza. Orta kata yerleşmeye geliyoruz. Bizden, uzak diyarlar kokusunu alan orta katlılar yadırgar gibi duruyorlar."Bu gezginler katımızdan ne anlar?" yollu şüpheye düşüyorlar. Halbuki orta katı en iyi anlayanlar, oradan hiç ayrılmamış olanlar değil, altında, üstünde ne bulunduğunu gönülleriyle deneyip yaşamış olanlardır. Biz bu hayat yapısının taslağını çizdik,üzerinde kurulu durduğu toprak bucağının topografyasını çıkardık."

....

"Taş devrinin çıplak insanı idim. Yıldırımla tutuşmuş bir orman gördüm. Yekten öylesine vuruldum ki kendimi bu parlak kızıltıya attım. Canım nasıl yandı! Yalnız etim değil;canım,canım... Hatta bir canım olduğunu ben bu ilk acımda duydum anladım. Masum kafamda hayatımın ilk sorgusu uyandı: Bu kadar güzel parlak ısı olan şey nasıl olur da can yakar? Tecrübeme inanamadım, bir daha uzandım bir daha yandım. Bir daha, bir daha... Bu, benim ateş sınavımdı. Dayanılmaz güzelliğiyle beni çeken, el uzattıkça cana kıyan o kızıl ısıyı bir Tanrı sandım...

Evet gördüğünüz üzere aşkı ve aşığın durumunu harika betimlemelerle örneklerle anlatmış romanında Safiye Erol. Roman derinlerinde çok gizler saklıyor anladığım kadarıyla. Basit bir aşk mevzusunu ele almamış bu kitap. Entellektüel bir kadın açısından aşkı görmeyi amaçlayanlara hoş bir alternatif bana kalırsa...