20 Ekim 2013 Pazar

SEVGİ GÖZLÜĞÜ

İnsanların kusurları vardır, bilirsiniz. Kusurlar insanın süsüdür kanımca. Kusurları salt fiziksel görünüş ile ilgili algılamamalı elbette. Nasıl ki hiçbir şair birbirinin kopyası şiirler yazamaz,  insanlar da hayata tutunmaya çalışırken aynı olaylar karşısında tıpatıp tepkiler veremezler. Bu farklılıklar bazen bize kusur olarak da görünebilir.

Ne kadar alakalıdır kestiremiyorum ama fiziksel kusura ilişkin üstâd Cemal Süreya'nın sözleri hala hatırımdadır. Günler kitabında 29.Gün'de kaleme almış bunları Süreya. "Güzel kadın ?" diye soruyor kendi kendine ve bakın nasıl bir cevap veriyor:  "Güzel kadın biraz başka benim için . Her şeyi güzel olacak, öyleyken bu güzellik ufak bir noktada aksayacak (Burnun çok küçük ya da çok büyük olması gibi) Yani bir kıymık çirkinlik taşıyacak"

Kadında güzelliği kendince yorumlayan ve çirkinliği diğer adıyla kusuru estetik bir öge olarak algılayan Cemal Süreya'nın sözleri bana nedense sevgi ve tahammül kavramlarını yeniden düşündürdü.

Kusuru sevdiğinde estetik bir unsur olarak sayan göz, sadece sevgiyle bakıyordur bana kalırsa. Biz buna sevgi gözlüğü adını verelim. Sevgi gözlüğünü her insan yakıştıramaz kendine. Aynada kendine bir süre baktıktan sonra bu bana olmadı, yüzüme küçük geldi gibi bahanelerle gözlüğü kenara bırakanlar çoğunluktadır ki insanlığın var olduğu günden bu yana "hoşgörü"nün azlığından şikayet edişlerimiz bu yüzdendir. En çok annelerimize yakışır değil mi o rengarenk gözlükler? Onlar bir kere taktılar mı gözlüklerini size başka bir şeyin ardından bakamazlar. Sabahtan akşama kadar odanızda kös kös oturup da bir işin ucundan tutmasanız, dişe dokunur bir iş yapmayıp üstüne hizmet bekleseniz, bütün bunların yanında iş yapmıyorken var olan düzeni de bozsanız o gözlüklerin ardında 1 yaşındaki o masum yavrucaklarsınızdır.

Sevgi gözlüğünün ardından baktığınızda etrafınızdaki insanların kusurlarını göremezsiniz. Bazı sevgi gözlükleri kusurları sizlere şirin mi şirin detaylar  olarak bile gösterebilirler. Gözlükler gözünüzdeyken mutlusunuzdur. Bu gözlüğün gözden çıkması çoğu zaman üç şekilde gerçekleşir: İlk ve en önemli sebep aynanın karşısına geçip "Bunlar sanırım bana yakışmıyor, bu görüntümden sıkıldım demenizdir" - ki acıdır bu evet-  İkincisi birileri gelip" Çıkar artık o gözlükleri, onların ardından gördüğün gibi değil dünya" diye fısıldadığında gerçekleşir, siz bir telkin sonucu çıkarmışsınızdır bu gözlüğü-ki bu daha da acıdır diğerinden - Üçüncüsünü yaşadığınızı genelde yüzünüze yediğiniz okkalı bir tokatın ardından asla çıkarmak istemediğiniz sevgi gözlüğünün kırılan camlarını ve uzağa fırlayan çerçevesini  toplamaya çalışırken anlarsınız.  Öyle ya da böyle o gözlüğü çıkardığınızda gözlükleri yeniden taksanız da eskisi gibi görme ihtimali ortadan kalkmıştır.

Evet acıdır bu, ondan da bundan da, diğerinden de

Sevgiyle kalın... 

16 Ekim 2013 Çarşamba

İZLEDİM: JAGTEN

Uzun zaman önceydi, bir tanıdığım bana insanların kendisi hakkında ne düşündüklerinin umurunda olmadığını söylemişti. Ben de içimden insan kendini bilirken başkalarının onun hakkında ne düşündüğünün ne önemi olabilir ki diye geçirmiş, hak vermiştim ona. Jagten'le karşılaşıncaya kadar... 

Düşünün ki şehirden uzak küçük bir kasabada peşinizi bir türlü bırakmayan bazı dertlerinizin üstesinden gelmeye başlamışsınız. Eşinizden ayrı olmanın verdiği yalnızlığı, uzun yıllardan beri annesiyle yaşayan oğlunuzun artık yanınızda yaşamak istediğini belirten talebi ile yenmek üzeresiniz. Kasabanın sakinleri, özellikle de evlerin erkekleri ile yıllar öncesine dayanan harika bir dostluğunuz var. Kasabanın kreşinde çocukların kendileriyle ilgilenmesinden en çok keyif aldığı öğretmensiniz, hem sevdiğiniz işi yapıyor hem de kendi yağınızla kavrulmuş oluyorsunuz.  Hayır, bitmedi; kreşte işe ve ortama yeni ısınan genç ve güzel bir göçmen bayanla işi pişirmek üzeresiniz ki değmeyin keyfinize. Anlayacağınız hayat tam da sizin arzu ettiğiniz çizgide ilerlemeye sonunda karar vermiş.

Doğru tahmin ettiniz,hayatın bu kadar yolunda gitmesi fırtına öncesi sessizliği çağrıştırıyor. Çok geçmiyor ve bir anda işler karışıveriyor, en yakın arkadaşınızın hayal dünyası oldukça geniş, yolda yürürken çizgilere basamayan minik kızı Klara hayatınızı alt üst eden açıklamasını kreşin yaşlı müdiresine yapıveriyor bir akşam üstü. "Ondan nefret ediyorum, o bana şeyini gösterdi !". Sadece kreş müdiresinin kulaklarında yankılanmıyor bu yafta, önce Klara'nın annesinin kulağına sonrasında bütün kasabaya ulaşıyor. Eve dönmek üzere olan oğlunuza tedbir kararı geliyor polisten, çiçeği burnunda sevgiliniz sizin çocuk istismarcısı olduğunuzu düşünüyor, pek tabii en yakın dostlarınız da. Hayat bir nevi dibe vuruşu yaşatıyor size.  Polis sorgusu ve hakimin karşısında aklanıyorsunuz belki ama artık çamurun izini yüzünüzde taşıyacağınızı anlıyorsunuz.

Amerikan filmlerinin hiçbir derinliği olmayan o popülist kurgularından bıkan ve yepyeni soluklar arayan sinemaseverler için Avrupa sineması, özelde de İskandinav sineması iyi örnekler barındırıyor Ben Norveç sinemasından Erling'i izlediğimde de aynen böyle etkilenmiştim o da başka bir yazının konusu olur belki. Jagten ise Danimarka sinemasının sanırım medâr-ı iftiharı. İngilizceye The Hunt, Türkçeye ise Onur Mücadelesi olarak çevrilmiş. Başrolde kendisine çamur atılan masum insan rolüyle  Mads Mikkelsen'i görmekteyiz.  Harika bir oyunculuk örneği sunuyor bizlere Lucas karakteri ile Mads. Büyük dertleri olan o küçük insanın koskocaman bir iftira altında nasıl direnebileceğini oynamıyor resmen yaşatıyor.. 

Film boyunca filmi izleyen pek çok arkadaşım gibi dişlerimi ve yumruklarımı sıktım. Pek tabii filmin empati yaptırma gücünden kaynaklanıyor bu. Sizi izlence boyunca rahatsız eden filmler vardır, onlardan biri Jagten. "Gün gelir de benzer bir yaftaya maruz kalırsam ne yaparım ki?" sorusunu sordurtan bir film. Ne yalan söyleyeyim, "Orada öyle yatıp filmi izliyorsun da ya böyle bir şey başına gelseydi ?" sorusunu sordurtan filmlere bayılıyorum. Bu tarz filmleri de genellikle Hint,Avrupa ve Güney Amerika sinemasında bulabiliyorum.
Jagten'i izleyin, izlemeyenlere duyurun. Bir insanın haksız yere dışlandığı ortamda yaşadığı tarifi zor sürece tanık olun, onun yaşayabileceği ruhsal çöküşü hissetmeye çalışın, fazla da kaptırmayın kendinizi sonra günlerce etkisinden çıkamıyorsunuz. İyi seyirler...

5 Ekim 2013 Cumartesi

İKİ YAKADA HÜZNÜN ADI: CUMARTESİ

Bugün burada cumartesi. Yorucu bir cumanın ertesinde asık suratlı, puslu bir gökyüzü karşılıyor bizleri. Sabahın bu saatinde pek çok evde telaşsız bir fokurdama duyuluyor demliklerden. Telaşı olmayan insanların telaşı olmayacak düşünme mesailerinin müjdesini veriyor çaydanlıktan aheste aheste tavana yükselen buhar.


Müziksiz olmaz. Hele dingin  ve soğuk bir cumartesi sabahı, notaların sımsıcak tınlaması olmadan gerinmez, yorganın altından başını göstermez. Radyoların düğmelerine basılıyor. Frekanslar can acıtıcı şarkılara kilitlenmiş kalmış gibi cuma akşamından. Mikrofonun ucundaki bayan üç cumartesi şarkısı dinleteceğini söylüyor şimdi ve biz sevgili dinleyicilerine dönüyor : “Bugün orada da cumartesi mi, sen de beni benim kadar özledin mi?”

Aklıma gelen ilk cumartesi şarkısı değil elbette  Feridun Düzağaç'ın “Orijinal Altyazılı” albümünde söylediği. Hafızamı yokladığımda ilk olarak 2001 yılında Nilüfer’in “Büyük Aşkım” albümünde yer verdiği Cumartesi ile karşılaşıyorum. Adnan Ergil’in imzası olan şarkının sözlerinde, buna benzer  soğuk bir ekim sabahını arıyorum:  “Ne dünden kolay / Ne yarından zor / Ortasındayım ömrün / Senden uzakta olmak çile, ne yapsam çekilmiyor / Altın kafeste bülbül bile ille de yuvam diyor” diyerek kadife sesiyle bam tellerine dokunuyor Nilüfer. Sesi öyle yıpratıcı ve bir o kadar besleyici ki. Adı sadece bir gün ismi olan şu şarkıya can veriyor, gün görgüsü kazandırıyor. Şarkıyı dinlerken acıyorum cumartesiye ve ne acı diyorum bir gün isminin ertesi olmak. Kendi kendime soruyorum onca kelime varken bu şarkının adı neden böyle diye:“Bu dünyanın bahçesinde kayboldum gidiyorum / Bir sevdanın pençesinde gitgide eriyorum/ Ne günden haberim var ne de geceler belli / Ya salı ya da çarşamba, belki de cumartesi / Sanki yanındaymışım gibi hayaller görüyorum / Sana bir şey olmasın diye dualar ediyorum”

Cumartesi,  insanın düşün günüdür. Edebiyatçı için yazın günüyse, kiracıya taşın günüdür. Öğretmenin en sevdiği gün değildir mesela cumartesi, öğrenciyse ne cuma kadar sever ne pazar öğlesi kadar nefret eder ondan. Ertesidir işte en sevilenin, pek tabii öncesidir de bir nefretin.

Ne demiştik bir düşün günüdür, bir muhasebe defteridir. Feridun Düzağaç da 2003’te çıkardığı albümündeki Cumartesi’de açmıyor mu kara kaplı defterini, altını çizmiyor mu günün ve anlamın : “Bakışların gittiğin yerden uzak/ yoksa gelirdim / Sensiz anlamsızlığımı anladım dön vs. demek için” deyip eklemiyor mu? “Bugün burada cumartesi  / ben senin saçlarını / suçlar bakışlarını/ geveze susuşlarını bile özledim”

İçinde şu zavallı günün adının geçmediği ve inatla Cumartesi diye anılan tek şarkıdır Yaşar Günaçgün’ün bestesi?  Bir şarkı bu kadar mı olur peki adıyla müsemma? Bir şarkı bu kadar mı  "Benim temam ayrılık, hüzün, yalnızlık vs. değil cumartesidir der!"  
“Başım önde sen gönülsün  / gelirim ben çağırıyorsan / Beni burada koyuyorsan / Ağlarım sanma” -- “Seni geri istiyor bu gönül  / Bir uykuda esniyor bu gönül  / Şu dünyada bir sana döndüm ben / Şu garip yüzümü” – “Seni geri istiyor bu gönül  / Bu uykudan uyandır özümü / Şu dünyada ayrılığın lüzumu / Var mı gülüm bana söyle”

Askerliğin ilk günleri… Her sabah karga botunu giymeden başlayan içtima! Ayazın anavatanı Kütahya! Sonunda sıcak bir yere girmişiz, koskocaman bir salon. Kamuflajda gizlediğim el radyosu, kulaklık tek kulağımda. Stüdyo konuğu cumartesinin yaratıcısı, hayal meyal hatırlıyorum: Besteler için kapanmıştım bir otel odasına, bir şeyler karalıydı tahtada diyor, bir sürü şey. Bir çizelgeydi belki de, günler, aylar, hafta sayıları... Başka bir şey yazmak için silindi hepsi ama elimde isim arayan bir şarkımla tahtada silinmeye direnen bir isim kaldı. İşte böylece şarkımın adı bir anlamda 'kader'i Cumartesi oldu. 
Bir düşünün ağabeyler, bu sözünü ettiğim  şarkılar farklı suretlerde yaşayıp aynı cumanın ertesini anlatan kardeşler değiller mi?  Öldürecekseniz de hakkını verin bu yiğitlerin, aşk gibi özlem gibi yalnızlık gibi bir tema icat etmiş bu üç adam: Cumartesi…



Not: Bu yazıyı yazdıktan aylar sonra çok sevdiğim Yunanlı bir sesin; Antonis Remos'un "Ta Savvata"-Cumartesi adlı harika bir şarkısının olduğunu öğrendim ve pek tabii şaşırdım. Sanatçıları Cumartesi üzerine şarkı yazmaya iten şeyin ne olduğunu inanın ben de merak ediyorum. Cumartesinin belli ki dayanılmaz bir çekiciliği var.  Remos'un şarkısındaki sözlerin bir bölümü şu şekilde:


Bir şey değiştirir trafik ışıkları düşerken
Pireos'ta, Kifisias'ta
Böyle bir gün, bir şey değiştirir öncekiler gibi
Şehir bir mutluluk damlasını arar
Kapıyı tut, ay geçsin
Odada gezinsin ve sonra gitsin
Bu dünya hep başka yere gitmek için konuşur
ve hep senin gözlerinde durur
Sana 'bana bak' söylüyorum, bana 'istemiyorum' diyorsun
Mucizelere nasıl inanmazsın?
Başka günlerde anlarım da
Cumartesilerde nasıl sevemezsin beni?