30 Kasım 2015 Pazartesi

DÜŞÜNDÜM: EDEBİYAT DERGİLERİ VE DİJİTAL YAYINCILIK

Edebiyat dergileri ile ilgili tabuya varan hassasiyetlerim vardı eskiden. En amatöründen en popülistine, en ideolojik olanından en apolitiğine laf söyletmez, değerlerinin yüceliğini her fırsatta dile getirirdim. 2004-2005 yılları arasında amatör diyebileceğimiz bir derginin(6 sayı çıkabildi) edebiyat editörlüğünü de üstlenmiş olan bendeniz için edebiyat dergilerinin değeri hâlâ aynı. Dergiciliğin ne kadar zor ama bir o kadar da keyifli olduğunu bilirim. Sanatçıların hayatında nasıl bir yere sahip olduklarına, onların edebiyat dünyalarını ne kadar etkilediklerine zaman zaman şahit olurum.  Orhan Veli'nin 'Yaprak' için neler çektiğini, Cemal Süreya'nın 'Papirüs' için nelerden vazgeçtiğini, Necip Fazıl gibi bir üstâd için bile dergilerin nasıl geçim kapısı haline geldiğini okumuşluğum var.  Ancak edebi ürünlerin paylaşımı hususunda  klasikçi ya da diğer bir deyişle gelenekçi olmaktan vazgeçtim. İnternet aleminin kirli dünyası içinde dahi olsa ürünlerin kitleye ulaşmasında tanıtımı iyi yapılabilmiş web platformlarının artık daha başarılı olduğu ortada. Bu web platformları kişisel bloglar ya da ürün paylaşımında bulunulan forumvari siteler.
Eserlerini dergiler yerinde web platformunda yayımlayanların genel şikayeti yanılmıyorsam okuyan kitlenin entelektüel seviyesi. Bu konuda haksız sayılmazlar. Yermek, rencide etmek için söylemiyorum ancak malum gazetelerin kültür sanat (!) sayfaları için  şiirler gönderen şairlerle, yazarlarla aynı platformda yazmak, zaman zaman onların olumlu olumsuz yorumlarına maruz kalmak dergilerin hâlâ edebi çevrelerce katbekat değer görmesinin başlıca sebebi. Dergilerin maddi birer gerçeklik olarak elde ele dolaşması, kokularının, görüntülerinin gerçek oğlu gerçek olması da onları hâlâ internetin bir adım ötesine taşıyor.
Somutlaştıralım: Kelebeğin Rüyası filmini izleyenler bir şair ya da yazarın bir eseri bir dergide yayımlandığında yaşadığı sevince tanık olmuşlardır. 1940'lardan 1990'ların sonuna kadar bu his eminim hiç değişmedi. Keza şiirlerimin bir dergi -düzeyi ne olursa olsun- tarafından kabul edilmesinde yaşadığım gururu pek çok keyifle değişmem. Her şeye rağmen şunu ortaya koymalıyız ki 2000'lerde yaşantımızın içine iyice yerleşen internet kavramı ve beraberinde gelişen sosyal medya platformları, dergileri alternatifsiz edebi sahneler olarak gören kitle adına öyle ya da böyle  bir seçenek oluşturdu.  Ben o seçeneğin gücüne inananlardanım. Pek çok yazım ya da şiirim internet ortamında yayımlandığı için dergiler tarafından reddedilse de ben eserlerimi bu platformlardan da yayımlamaya devam edeceğim. Hem ben yukarıdaki bahsettiğim kadar ön yargılı yaklaşmıyorum olaya. Maddi bir beklentim olmadığı için daha çok insana-entelektüel seviyesi ne olursa olsun- ulaştırabildiği için blogları edebiyat dergilerine tercih ediyorum. Gün gelecek yazar ve şairler üzerine yapılan incelemelerde sanatçıların dijital yayıncılık alanında verdiği ürünler, bu platformlarda sarf ettiği sözler de değerlendirilecek, diyorum. 
Telif hakları ve eserlerin güvenle satışının sağlanmasıyla birlikte  roman, öykü gibi türlerde eser verenler de netteki paylaşımlarını artıracaklardır. Yanlış bilmiyorsam akıllı telefonlar ve tabletlerden takip edilebilen bir uygulama vasıtasıyla romanlarını ve öykülerini  kitlelere okutmuş, ünlenmiş sonrasında kağıda geçmiş pek çok genç yazar mevcut. Anlayacağınız  dijital edebiyat kolu diye sınıflandırabileceğimiz  bu çevre, üzerine akademik çalışma yapmayı hak eden bir çizgiye ulaşmak üzere. (belki de ulaşmıştır.)

25 Kasım 2015 Çarşamba

OKUDUM: EKMEK ARASI

Kitapta beni saran yanları yazmadan şunu belirtmeliyim sanırım. Bu blog çağın günlüğü. Elinizde olmayan ve bir gün günlüğünüz yandı diye birinin sizden özür dileyebileceği, hakkında bütün riskleri kabul ettiğiniz bir günlük bloglar. O nedenle okuduğum kitapları, gezdiğim yerleri, yediğim yemekleri hem kendi adıma kataloglamış hem de ihtimal birilerinde merak uyandırmış olmanın keyfini yaşıyorum.

Charles Bukowski'nin Ekmek Arası'nı birkaç kişiye okutabilirsem ne âlâ. CB'nin okuduğum tek kitabı Ekmek Arası. Açıkçası yazarı okuma isteğim değerli yazar Sıtkı Silah'ın katkılarıyla oluştu. Ekmek Arası, resmen ilan edilmemişse de bir yazarın ilk ergenlik ve son ergenlik diye tabir edilebilecek 14-22 yaş arasını anlatıyor. Ortaokul ve lise yıllarında kahramanımızın duygu dünyasının nasıl değiştiğine şahit oluyorsunuz. Bu anlamda otobiyografik bir eser Ekmek Arası. 

Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren fena sayılmayacak bir Amerikan dram filmi içinde buluyorsunuz sanki kendinizi. 1930'lu yıllarda Amerika'da geçiyor. Yoksul bir aile, sorunlu ebeveynler, sorunlu bir ortamda fiziksel yanı ve bozuk psikolojisiyle cebelleşen bir ergen erkek. Arkadaşlıkları, karşı cinsle münasebeti, yazarlık yanının gelişimi ve daha pek çok şeyi diğer bir deyişle bir yazarın doğuşunu okumaktan keyif alacakların asla kaçırmaması, atlamaması gereken bir kitap Ekmek Arası. 


24 Kasım 2015 Salı

İZLEDİM: BİR GARİP ORHAN VELİ

Üst üste oyunlar izlemenin keyfini yaşadığım şu günlerde İzmir sahnelerinde 2007'den bu yana neredeyse kapalı gişe oynayan Bir Garip Orhan Veli ile zirve yaptım. İlk kez 2008'de izlediğim bu harika şiir dinletisini 8 yıl sonra yeniden izlemek oyundan aldığım hazzı inanın bir nebze olsun eksiltmedi.

Böylesine devasa bir şiir ustasının hayatını şiirleriyle sahneye koyabilecek kişi hiç kuşku yok ki bir şair olmalıydı. Oyunu izlerken Murathan Mungan'ın kulaklarını çınlattım ve şükranlarımı evrenin derinliklerine yolladım.

Orhan Veli'yi gözümüzde canlandıran adam Tayfun ERASLAN 8 yıl önce ne ise yine oydu. Bir adam hiç mi yaşlılık belirtisi göstermez, hiç mi enerjisinden bir şeyler kaybetmez.

Oyunu ilk izlediğim yer dekoru Konak sahnesi kadar kusursuz kılmamıştı. Tek kişilik bir dinleti için oldukça hareketli, izleyeni şiirlerin içine çekebilen bir sahne tasarlanmış. Işık oyunları, efektler ve sahnede pek sık görmediğimiz sürprizler izleyene şiirdekiler yaşanıyormuş hissini yaşatıyor. 

Oyunu izlemeyi düşünenler öncelikle şiirden haz etmeli. Klasik bir oyun arayanların çok sıkılacağı bir etkinlik Bir Garip Orhan Veli. Oyundan daha da keyif almayı arzulayanlar için tabii ki Orhan Veli'nin bütün şiirlerini okumayı, şairin hayatını çeşitli kaynaklardan taramayı öneriyorum. Hele ki Nahid Hanım'a yazdığı mektupları okumuş, şairin 36 yıllık yaşamına samimiyeti, naifliği ve özgürlüğü sığdırabildiğini öğrenmiş izleyici için inanılmaz bir deneyim olacaktır. Bütün bunları yapmış biri için bu oyundan haberdar olmamak imkansız gibi bir şey ama velev ki diyorum :D

Oyunu Müşfik Kenter'den izleyemediğimi sadece bir etkinlikte Orhan Veli şiirlerini okuduğunu gördüğümü not olarak belirtmeliyim. İzleyenler oyun için Müşfik Kenter'in performansının zirve olduğunu söyleseler de ben Tayfun Eraslan'ın da hakkını teslim etmek gerektiğine inananlardanım. İyi seyirler.


İZLEDİM: ZORAKİ DAMAT

Son dönemde İzmir'de -inanılması güç ama- devlet tiyatrosuna bilet bulmanın sıkıntısı beni sahnelerden uzaklaştırmıştı. Hasbelkader Kurban oyununa bilet bulmuş, keyiften dört köşe olmuştum. Ne yalan söyleyeyim İzmir'e gelen özel tiyatrolar -tesadüf müdür bilmem-  bugüne kadar beni hiç tatmin etmedi. Ya yol yorgunluğu ya oyuna iyi konsantre olamamak izlediğim oyunlarda keyfimi kaçıran unsurlardan oldu.
 
Zoraki Damat'a da bu duygularla gittik. Bir pazar günü 16:30'da sahnelenen bir oyun için oldukça yüksek bir katılım olduğunu söylemeliyim.
 
Oyun diğer tecrübelerimi anımsatacak şekilde başladı. Unutulduğu belli olan birkaç replik, çok da özenilmeden hazırlandığı ortada olan bir dekor. Birkaç dakika sonra fiyasko ile biter diye düşündüğüm oyunda oyuncular oyunculuklarını göstermeye başladılar. "Oyunun konusu beni sardı" denir ya aynen öyle oldu. Özellikle Somer Karvan'ın sahneye gelmesi ve ortaya koyduğu performans düşüncelerimi değiştirdi diye düşünüyorum. O jest ve mimikler, hafızası yeni yeni kendisine gelmeye başlayan bir adamın şaşkınlık ifadelerinin sahneye yansıtılması, esprilerin sanki doğal ortamında yapılıyormuş gibi sunuluşu... Televizyondan hatırladığım bu değerli oyuncunun bir oyunu yerden kaldırışına şahit olduğumu söylemeliyim.
 
Pek tabii iki kişinin de hakkını yememeli. Ümit Yesin ve Şebnem Zorlu. Ümit Yesin ara ara sahnede olsa da oyunda olduğu her dakika şive taklitleri ve replikleriyle izleyeni oyunun içinde tuttu. Şebnem Zorlu asıl kız rolünde ne yapılması gerekiyorsa onu yaptı. Evlenmeyi istemiyormuş gibi görünmek için sert duran ama içinde fırtınalar kopan kadın karakterini başarıyla sahneye koydu. Ayşen Gruda, için fazla söze gerek yok. Türk sinemasının büyük isimlerinin arasında yer alan bir duayen o. Replikleri unutuşu bile ustalıkla gizleyebiliyor. Oyun boyunca asıl kızımıza oğlan bulma görevini üstlenen bu tonton nine oyunun taşı gediğine koyucusu rolündeydi aynı zamanda.
 
Taşı gediğine koyma meselesi aslına bakarsanız önemli. Sanat eserlerinin içerisine-ki bu komedi türüyse- nükte, eleştiri çok yakışıyor. Konuya ilişkin görüşüm ne olursa olsun, hakarete varmayan söz oyunlarını, laf çarpmaları, taş atmaları arıyorum oyunda. Pek tabii bunlara hoşgörü gösterebilme kültürü de yerleşmeli diye düşünüyorum ülkede. Hemen mi ? Hayır tabii ki, bu şiddet ikliminde hemencecik olabilecek şey değil bu.
 
Sözün özü Zoraki Damat hem keyifli bir zaman geçirmek, hem iyi oyunculuklar görmek isteyenler için iyi bir seçenek. Gidin görün derim. Pişman olmayacaksınız.