27 Şubat 2016 Cumartesi

SEYAHATNÂME: SAKIZ ADASI

Sakız Adası, ilk yurt dışı serüvenim oldu. Gerçi sanki başka bir ülkeye değil de Türkiye'de bir sahil kasabasına gidiyormuşum gibi hissediyordum. (10.05.2014)
 
Yağmurlu bir mayıs sabahında, oldukça erken diyebileceğimiz bir saatte Çeşme limanına varıyoruz. Daha önceden haberimiz olmayan bir dostluk maçını pasaport kuyruğuna giren onlarca Karşıyaka taraftarı sayesinde öğreniyoruz. Meğer 80 yıl önce Sakız Adası'nın takımı Lilapas ile KSK arasında oynanan maç tamamlanamamış ve bu tarihi maçın tekrarı benim yurt dışına çıktığım ilk güne denk gelmiş.
 
Yunan adalarını dolaşmak için mayıs aylarında Yunanistan'ın başlattığı kapı vizesi uygulamasından faydalanıyorum. 50 Euro verdikten sonra faydalanıyorum demek ne kadar doğruysa o kadar. Feribot için git-gel 21 Euro ödüyorum.
 
Sakız Adası feribotla yaklaşık 1 saatlik bir mesafede bulunuyor. Çeşme limanından ayrıntılarıyla seçilebilen ada yaklaştıkça daha da anlaşılabilir oluyor. Çeşme'de yaşayan akrabalarımın eskiden adadan horoz seslerinin geldiğine dair söyledikleri artık daha inandırıcı. Feribot limana yaklaştıkça teknenin önüne doğru artan bir kalabalığın içine karışıyoruz. Şans bu ya taraftar kitlesi tezahürata başlıyor. İlk yurt dışı deneyimimde belaya bulaşmak son isteğimiz. Hızlı bir manevra ile pasaport kontrol sırasının en önüne geçiyoruz. Geç kalsak adaya girişimiz öğleni bulabilir.
Farklı bir kültürü tanıyacak olmanın heyecanı ile bir süre etrafı seyrettikten sonra İzmir'dekine benzerliğinden dolayı kordon diye adlandırabileceğimiz bölgede sıra sıra dizilmiş araba kiralama firmalarını dolaşıyoruz. En uygun fiyatı veren şirket ülkücü bıyığı bırakmış haliyle bizden biri sandığımız Yorgo'nunki oluyor. Arabamızı yaklaşık 1 saat sonra almak üzere adanın merkezini dolaşmaya başlıyoruz. Adanın merkezinde her yer yürüme mesafesinde. Yağmura aldırmadan bakına bakına dolaşıyoruz. Sabahın erken saatleri olmasının da etkisiyle sokaklar bomboş. Cumbalı evler, Ege'ye özgü çiçeklerin sarktığı vazolar, Arnavut kaldırımları ve hemen her mahallenin bir köşesinde yer alan sunaklar. Bize yakın ama farklarını görebildiğimiz bir kültürün sokaklarını arşınlıyoruz. Bir şeyler atıştırmak için girdiğimiz bir kafede bize has olduğunu düşündüğümüz bir lezzet karşılıyor bizi, lokma! Hemen karşı kıyıda, Ildırı'da saray lokması diye satılan hamur işini komşuda da tatmak için siparişimizi veriyoruz. Tarçını bol soğuk servis edildiğinden bizdekinin yerini tutmuyor diyebilirim.
 
Merkezde ilerlerken Osmanlı'dan kalma bir çeşme karşılıyor bizi. Yüzyıllar süren Osmanlı
egemenliği sırasında burada yürütülen imaret çalışmalarının ürünleri bir iki cami, çeşme ve hamamla karşılaşıyoruz. Ara sokaklarda kalmış bir Osmanlı mezarlığı da ilgimizi çekiyor. Adanın kordonuna doğru ilerlerken bir Osmanlı hamamı çıkıyor karşımıza. Dışarıdan terk edilmiş gibi görünen bu tarihi yapıyı dolaşmaya karar veriyoruz. İçeride güvenlik görevlisi ve bir de rehber bulunuyor. Bu görkemli hamamın içinde bir süre dolanıyor ve sonrasında kiraladığımız aracı almak üzere yeniden deniz kenarındaki yola çıkıyoruz.
 
Aracı aldıktan sonra nereleri gezeceğimize karar verdiğimizden sadece tabelaları izlemek yeterli oluyor. Eşim buraları önceden kardeşiyle gezdiği için adeta bir rehber oluyor bize. Adaya gelip tur satın alanların genellikle iki alternatifi oluyor. Ya adanın kuzeyini ya da güneyini dolaşıyorsunuz. Adanın güneyi doğal güzellikleri ve kültürüyle daha çok ilgi çekiyor. Biz de adanın güneyini dolaşmayı uygun buluyoruz. Rotamız da aşağıdaki haritada olduğu gibi oluyor.



 
İlk durağımız olan Armolia'ya ulaşmak için tabelaları seçmeye çalışıyoruz. Tabelaların büyük bir bölümünde latin alfabesi kullanılmadığı için sıkıntı yaşıyoruz. Buna rağmen yaklaşık yarım saat sonra Armolia'dayız. Yol boyunca Çeşme'de dolaştığımızı hissettiren bir bitki örtüsü selamlıyor bizi. Yol kenarlarında gördüğümüz ve yolda hayatını kaybedenlere adandığını öğrendiğim minik sunaklar yüreğimizi burkuyor. Yine yol boyunca pek çok tepenin yanmış ağaçlarla dolu olduğunu gördüğümüzde içimiz yanıyor. Armolia'da hediyelik eşya satan birkaç dükkanın önünde durarak zaman geçiriyoruz. Hemen yakındaki sakız ağacı bahçelerini dolaşıyor ve sakızın üretilmesine dair fikir ediniyoruz.

Armolia'da fazla zaman geçirmeden adanın önemli yerleşim yerlerinden biri olan Pirgi'ye ulaşıyoruz. Pirgi'nin kendine has mozaiklerle süslenmiş evleri ve sakinliği iyi ki buraya gelmişiz dedirtiyor bize. Pirgi sokaklarında dolaşırken buralarda yaşamanın insana vereceği huzuru tasavvur ediyoruz. Sokaklar boyunca kendine has balkonlarıyla evler, begonvillerin süslediği kapılar, evleri karşılıklı olarak birbirine bağlayan köprüler dikkatimizi çekiyor.


Pirgi sokaklarında kapı başlarında oturmuş yaşlılar, sokakları arşınlayan manavlar, özellikle manavların kulağımıza tanıdık gelen o bağırışları,  bizdeki camilerin yerini alan kiliseler ve kilisenin içinde ve çevresinde bekleşen kilise cemaati, her an vızır vızır önünüzden geçen motorsikletli gençler ve  henüz öğlen olmamışken uzolarını yudumlayan orta yaşlı Pirgililer bize hiç yabancı gelmiyor.

 Pirgi'nin ardından adanın güneydoğu kıyısında yer alan volkanik bir yapıya sahip Emporios kasabasına doğru yola çıkıyoruz. Bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla yaklaşık 20 dakika sonra Emporios'un ıssız diyebileceğimiz kasaba meydanındayız. Asıl görmek istediğimiz kumsalı kaplayan volkanik siyah taşlar. Havanın da kapalı olması kumsalı kaplayan taşları iyice karartıyor. Taşlar bize spa için kullanılan taşları hatırlatıyor. Hatıra olsun diye çantamıza birini atıyoruz. Kumsalı şöyle bir gezdikten sonra sahilde hizmet veren tek kafeye oturuyoruz. Bizden başka kimsecikler yok. Yöreye has domates ve kaşarlı omlet sipariş ediyoruz. Bizim menemene benzeyen bu lezzetli yemeği yedikten sonra rotamızda Olimpi var.



Olimpi, ortaçağdan bu yana değişmeyen mimarisiyle karşılıyor bizi. Taştan yapılma küp şeklinde binalar nedeniyle Olimpi kasabası uzaktan büyük bir kaleyi andırıyor. Sokaklarına girdiğimizde Pirgi'de olduğu gibi sessizliği ve sessizliğin getirdiği huzuru duyumsuyoruz. Ada halkının büyük bölümü ekonomik nedenlerden dolayı anakarada hayatlarına devam ediyor. Köyde yaşayanlar çoğunlukla yaşlılar. Onlar da ya kapı ağzında oturup mayıs güneşinin tadını çıkarıyor ya da evlerine çekilip yalnızlıklarını avutuyorlar. Olimpi sokaklarında yolda karşılaştığımız yaşlılar bize gülümseyerek Yesas! (Bizdeki ilahi selamın Yunan versiyonu olsa gerek)  diyorlar. Kasabayı dolaştıktan sonra kasabanın merkezinde küçücük bir alana  bir alana birkaç sandalye ve masa atıp daha çok turistlere hizmet eden bir kafede soluklanıyoruz. Mekanın sahibi ve kafenin çalışanı bize ada ve Olimpi hakkında bilgi veriyor. Kahvelerimizi bitirdikten sonra yine düşüyoruz yollara.




Rotamızın sonraki adımında ada için Pirgi'den sonra gördüğümüz en büyük yerleşim yerine yani Mesta var. Mesta, Olimpi ve Pirgi'ye göre daha canlı bir kasaba. Kasabanın sokakları tıpkı diğerlerinde olduğu gibi köprülerle birbirine bağlanmış evleri barındırıyor. Kasabanın meydanında yer alan kilise ve kilise etrafında satışlar yapan dükkanlar turistlerin uğrak noktası haline gelmiş. Biz de hem kiliseyi geziyor hem de birkaç parça hediyelik için dükkanları ziyaret ediyoruz. Kilisede insanların girmesinin yasak olduğu bölgelerde Türkçe uyarı lehvalarının bulunması adayı ziyaret eden birçok Türk'ün varlığını ispat ediyor.




Kiraladığımız araba ile bu şirin adanın güneyinde görülmesi gereken her kasabayı hakkıyla dolaştığımıza, kadim Yunan kültürünün ve birkaç yüzyıl süren Osmanlı hakimiyetinin izlerini sürdüğümüze inanıyoruz. Yol boyunca evlerden gelen yemek kokuları, mahallede bize selam veren insanlar iki halkın yüzyıllar içinde beraber yaşayıp zamanla birbirlerinin aynısı olduğunu düşündürtüyor.
Turistik haritada gösterilen Neo Moni manastırını görerek şehir merkezine inmeyi planlıyoruz. Bu yüzden geldiğimiz yoldan değil de Lithi kasabasına uğrayıp adanın merkezinde yer alan dağı geçmek durumunda olduğumuzu biliyoruz. Yol boyunca tek tük gördüğümüz araçlar da Lithi'ye yaklaştıkça görünmez oluyor. Virajı bol uçurumlu yollardan Lithi'ye ulaşsak da kasabanın dolaşmaya değer olmadığına kanaat getirerek yola devam ediyoruz. Issızlık ve uçurumlar bizi ürkütse de muhteşem Ege manzarası içimizi ferahlatıyor. Denizin uçsuz bucaksızlığı, el değmemiş koylar Sakız'da da bizi büyülemeye yetiyor.


Lithi'den ayrılıp dağa tırmanırken ıssızlık giderek artıyor, artık bir yerleşim yeri de etrafta. Bizi bir jandarma karakolu selamlıyor dağın zirvesinde. Yanlış bir yola girip girmediğimizi kuşkuyla değerlendirirken artık inişe geçtiğimizi anlıyoruz. Elimizdeki haritada gösterilen Neo Moni için sapa bir yolu gösteren bir tabela çıkıyor karşımıza. Onca korku sonrasında bu yola da girmeye karar veriyor ve yaklaşık 2 km sonra manastıra ulaşıyoruz. Güneş artık tepelerin ardına gizlenmek üzere ve etrafta in cin top oynuyor. Girişi henüz kapanmamış manasıtırın birkaç bölümünü korka korka dolaşıyoruz ki bir odaya girdiğimizde camekan içinde sergilenen binlerce insan kemiği tedirginliğimizi daha da artırıyor. Kemiklerin üzerindeki açıklamada 18. yüzyılda Osmanlı'nın yaptığı iddia edilen katliamda yaşamını yitirenlere aittir ifadesini okuyoruz. Böylesine bir manzarayı tarihin adaletine bırakmaktan başka bir çare bulamıyoruz ve yine haritadaki yolu takip ederek merkeze iniyoruz.


Sakız Adası, hafızalarımıza güzel görüntüler, nefis kokular, sıcakkanlı insanlar ve farklı ama tanıdık bir kültür görmenin mutluluğunu kazıdı diyebilirim. Adadan dönüşümüzü aynı firmanın katamaranıyla yaptık ve döndüğümüzde döndüğümüz yerin adadan pek bir farkı yoktu :)




 


 

24 Şubat 2016 Çarşamba

OKUDUM: KIRMIZI SAÇLI KADIN

Orhan Pamuk'un üslubundan pek de hoşlanmayan ben, yazarın piyasaya çıkardığı son üç "roman"ını edinip okumaktan keyif aldığımı gizleyemiyorum. Masumiyet Müzesi, Kafamda Bir Tuhaflık ve son olarak Kırmızı Saçlı Kadın... Bu üç kitabın ortak özelliği Pamuk'un edebiyat dünyasında kendisini tanıttığı ilk eserlerden çok daha anlaşılır bir dile ve okuyucuyu yormayan bir üsluba sahip olması.
 
Diğer kitaplarla Kırmızı Saçlı Kadın'ı karşılaştırmak niyetinde değilim. Okur Pamuk'un son kitabını mutlaka edinmeli ve okumalı mı, bu sorulara dair naçizane fikirlerimi belirteyim.
 
Orhan Pamuk dili konusunda büyük eleştiriler alsa da romanlarının olay örgüsünü ustalıkla kurgulayan, adeta okuru romanın içinde yaşatabilen yazarlardan. Kırmızı Saçlı Kadın'ın da her an acaba şimdi ne olacak sorusunu sorduran bir roman olduğu ortada.  
 
Romanda babasının evi terk etmesinden sonra ekonomik anlamda zor dönemler geçiren Cem'in annesi tarafından bir kuyucuya çırak olarak emanet edilmesi ve sonrasında gelişen olaylar anlatılmakta. Pamuk, bir röportajında bu roman fikrinin otuz yıl evvel de kafasında olduğunu ve oturduğu evin yanındaki bahçede kuyu kazan bir usta ile çıraktan esinlendiğini ifade etti. Bunu dile getirirken romanlarında yer verdiği meslek gruplarına, insan tiplerine dair araştırmalar ve röportajlar yaptığını, bu çalışma ve gözlemlerin eserlerindeki gerçekliği artırdığını düşündüğünü belirtti. Salt röportaj ve gözlem yoluyla gerçekliğin artırılabileceğini düşünmesem de günümüzde mesela artık göremediğimiz bozacı, kuyucu, nakkaş gibi meslek erbâblarına dair derin araştırmaları ile o günlere ışık tutan Pamuk'un romanları, bu yönüyle de değer taşımakta.
 
Kırmızı Saçlı Kadın, salt bir kuyucu çırağı hikayesi değil elbette. Pamuk'un röportajında da belirttiği gibi Doğu'nun ve Batı'nın kişiye ve otoriteye bakışını karşılaştıran metaforları barındıran da bir kitap. Batı'da Sophokles'in meşhur Kral Oedipus'u ile Doğu'da Firdevsi'nin Rüstem ile Sührâb'ını modern bir hikayede harmanlayan, okura Doğu ve Batı'nın insana yaklaşımlarını gösteren bir roman Kırmızı Saçlı Kadın. Bahsettiğim erkek destanlarına kırmızı saçlarıyla bir kadının inceliğini katan bir roman.
 
Roman boyunca bir erkek çocuğunun baba figürünü algılayışını Pamuk'un gözünden göreceksiniz. Oedipus'un babasını, Rüstem'inse oğlu Sührâb'ı öldürdükten sonra yaşadığı büyük acıyı anlamaya çalışacak, Oedipus'la Batı'da bireye dönüşmenin, Rüstem'leyse Doğu'da otorite bekâsının önemini vurgulayan  metaforları bulacaksınız.
 
Murat Bardakçı'nın roman çıktıktan birkaç gün sonra kaleme aldığı "Çüş Orhan Pamuk çüş" ( yazı burada )yazısında bildirdiği ve romanın birkaç paragrafında geçen Türkiye'deki ensest vakalar ve bunların medyaya yansımaları üzerine ne düşünürsünüz bilemem ancak Bardakçı gibi hamasi bir yaklaşımla bir romana ve sanatçıya yaklaşmayı doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Eserlerden cımbızla parçalar çekip eseri ve yazarı itibarsızlaştırmak yerine, edebe uygun sözcükler seçerek eserler hakkında gerekiyorsa sert edebi eleştiriler yazılmasını beklerim. Bardakçı'dan değil tabii ki.
 
Özetle kolayca bitirebileceğiniz diğer bir deyişle hacimsiz (200 sayfalık) bir kitap olan Kırmızı Saçlı Kadın'ı edinmeli ve okumalısınız. Salt bir hikayeden tad almayı ummak  için değil bir roman boyunca medeniyetleri karşılaştırmak, mazide kalanları öğrenmek için de. 

12 Şubat 2016 Cuma

OKUDUM: HAYAL BİLGİSİ

Türkiye'de edebiyat dergiciliğinin zorluklarını bir dergi yayımlama macerasına girmemiş hiçbir kimse bilemez. Üniversitenin ardından  6 sayı okuyucu ile buluşabilen bir derginin, adına meftun olduğum Sığınak'ın hasbelkader de olsa edebiyat editörlüğü görevini üstlenmiştim. Derginin basımı için kaynak aramaktan, dergiyi ülkenin çapında okuyucuyla buluşturma sürecine kadar pek çok aşamada katkım olmuştu. Orada bizde edebiyat dergiciliğinin "deli işi" olduğunu daha iyi anlamış Papirüs, Yaprak, Büyük Doğu, Akbaba ve daha nicesine dair -yazarların dişinden tırnaklarından artırdıklarıyla çıkardıkları dergilerdir bunlar- bakışım değişmişti. Bazı yazar ve şairlerin kendi dergilerinin geleceği için mallarını sattıklarını, bazı varlıklarından vazgeçtiklerini okuduğumda eskisi gibi olumsuz bir tepki vermiyordum. Edebiyat dergiciliği her şeyden önce bir gönül işiydi elbet.
 
 
Burada birkaç okurla daha buluşturabilirsem mutlu olacağım yukarıda bahsettiğim "gönül işi ürünü" bir dergiden bahsetmek isterim: Hayal Bilgisi. Bu dergiden edebiyat dergileri ve fanzinleri dönem dönem ya da ay ay tanıtan bir blog sayesinde haberdar olmuştum. Derginin o yıllarda kendisini etraflıca tanıtabilecek bir mecrası yoktu. Derginin yalnızca Van-Erciş merkezli olduğunu öğrenebilmiş, yazı ve şiirlerimden yayımlanmasını arzu ettiklerimi belirtilen adresten kendilerine göndermiştim. Sağ olsunlar değer verip yazıları incelemişler ve birkaçını derginin 5. sayısında yayımlamışlardı. Van depremi dergiyi de sarsmış bir süre yayınlarına ara vermişlerdi. Bugün 20. sayısını raflarda beklediğimiz Hayal Bilgisi yanlış bilmiyorsam  koca yürekli sınıf öğretmeni bir çiftin alın terleriyle yücelen bir edebiyat okulu.  Dergi 5. yılını yaşarken hem muhteva hem biçim olarak kendisini geliştirdi. Öyle ki 2015 yılının ekim ayında önemli de bir ödüle layık görüldüler. Kendi sitelerinde bu güzel haberi şöyle sundular: İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Türkiye Yazarlar Birliği'nin birlikte düzenlediği 7. İstanbul Edebiyat Festivali'nde (Edebiyat Mevsimi) Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi'ne Şeref Beratı Ödülü verildi. (24 Ekim 2015) 2011'de çıktığımız bu yolda, bu noktaya gelmiş olmak bizler için büyük mutluluk. Bizi biz yapan, hayallerimize ve çabamıza ortak olan tüm dostlarımız, bu ödül hepinizin!
 
Dergiyi edinebilmek önceden büyük işken artık tek bir tık ile elinize kadar ulaştırıyorlar. Böylece hem farklı yazarları okuma  hem de yeni kitaplardan haberdar olma imkanına sahip oluyorsunuz.
 
Dergi hakkında daha kapsamlı bilgi sahibi olmak için derginin linkini paylaşmak isterim: Hayal Bilgisi

9 Şubat 2016 Salı

SEYAHATNÂME: PHUKET

Tayland'a giderken tur şirketlerinin programlarından yararlandık. Önümüzde birkaç alternatif vardı. Pattaya ve Kho Samui bunlardan ikisiydi. Biz hem ekvatora daha yakın olması hem de meşhur The Beach filminin sahnelerinin çekildiği Phi Phi Adası'nı bünyesinde barındırdığı için Phuket Adası'nı tercih ettik. Bangkok'tan Phuket'e uçuşumuzu skyscanner üzerinden Thai Havayolları'ndan bilet alarak gerçekleştirdik. Phuket'e Bangkok'tan uygun fiyata hemen her saat uçuş var.


I.Gün

Bangkok'taki otelimizden sabah 6:00'da çıkıyor ve tıpkı buraya gelirken yaptığımız gibi metro hatları üzerinden Svarnubhumi Havaalanı'na ulaşıyoruz. Uçuşumuzu oldukça konforlu bir uçakla yapıyoruz. Bence ulusal uçuşta Thai Havayollarını tercih etmelisiniz. Uzunca bir sahil şeridinde güneşlenen yüzlerce insanın hemen birkaç yüz metre üzerinden Phuket'in kalabalık ama mütevazı havalimanına 10.30 sularında iniyoruz. Hava Bangkok'takine göre en az 10 derece daha sıcak. Havalimanı çıkışında minivan ve taksilere müşteri toplayan firma masaları var. Buradan bir minivan seçiyoruz. Kişi başı 180 BHT'a otelimizin yer aldığı Patong Plajına doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 1 saat sürecek bir yolculuk bu. Phuket'te de her zevke uygun konaklama bölgeleri var. Biz insan yoğunluğunun en fazla olduğu Patong'u tercih ediyoruz. Dinginlik arayanlar Kamala, Kata, Kata Noi gibi plajları da tercih edebilirler ama belirtmeliyim ki Phuket'in kalbi Patong'ta çarpıyor. Royal Paradise Phuket 'te adımıza ayrılmış odaya yerleşiyoruz. Otel Phuket'in en yüksek binalarından biri ve kasabanın tam göbeğinde yer alıyor. Plaja, Jungceylon AVM'ye ve Bangla Road'a çok yakın. Adını verdiğim bu mekanlar Phuket'te sizin uğrak noktalarınız olacaktır. Eşyaları yerleştirdikten sonra küçük bir şehir turu yapmayı kararlaştırıyoruz. Önce karnımızı doyurmalıyız. Plaja yakın bir çıkmazda yer alan Orange Cafe'ye oturuyoruz. Yöresel bir çorba olan Kaeng Khiao Wan Kai rica ediyoruz. Sadece denemek amacıyla bir porsiyon rica ettiğimiz çorba acılığı ile boğazımızı yaksa da tadının hiç de fena olmadığını düşünüyoruz.
Yemeğimizi yedikten sonra Patong plajını görmek için yürümeye koyuluyoruz. Sokaklar sıcaktan cayır cayır yanıyor dersem abartmış olmam. Buna rağmen sokaklar çok da ıssız sayılmaz. Kasabada bolca çıkmaz sokak olduğu için zorlansak da plaja ulaşıyoruz. Yol boyunca Bangkok'ta olduğu gibi seyyar satıcıların kaldırımlara sıralanıp meyve sattıklarına şahit oluyoruz. 

Patong pilajı Türkiye'de Antalya civarı kumsallar gibi oldukça uzun bir sahil şeridine hakim. Yöreye has ağaçların sardığı tepeler plajın iki yanından denizle buluşuyor. Plajın kumu unu andırıyor. Bu deniz suyunun bulanık görünmesine neden olsa da onca kalabalığa rağmen  denizin genel olarak temiz olduğunu söyleyebilirim. Bir süre ayaklarımızı suya sokarak plajı turluyoruz. Plajda ilerlerken elinde düdüğü olan bir adam bizi bir anda durduruyor. Bir yandan bağıran adan bir eliyle de gökyüzünü işaret ediyor. Korkuyla göğe baktığımızda bota bağlanarak havalanmış bir paraşütün iniş yaptığını fark ediyoruz. Plaj boyunca bunların iniş yaptığı bir iki alan görüyoruz. Paraşütlerin biri iniyor, biri kalkıyor. Aman Allah'ım o da ne. Paraşüte bağlanan adam rahat inebilsin diye hiçbir güvenlik bağlantısı olmayan bir genç paraşüte tutunarak havalanıyor. Bunu her paraşütte yapıyorlar. Tek bir hata ölmeleri için yetecek. Bu para karşısında insan hayatının değersizliğini bir kere daha ispat ediyor. 

Akşam saati yaklaştığı için otele dönüp otel havuzunda yüzmeyi tercih ediyoruz. Yaklaşık 1 saat sonra odamıza çekiliyoruz ki olan oluyor. Bir anda kapkara bir bulut kümesi Phuket'i sarıyor ve oldukça şiddetli bir yağmur başlıyor. Patong sokakları su içinde kalıyor. Biz şaşkın şaşkın yağmuru seyrederken karnımızı otelde doyurma çaresizliği ile de baş başa kalmış oluyoruz. Otelin 25. katında yer alan Çin Restoranına çıkıyoruz. Ben yumuşayana kadar marine edilmiş yöresel otlarla tatlandırılmış tavuk istiyorum eşimse aynısının etli versiyonunu sipariş ediyor. Geceyi otelde geçireceğiz endişesi dışarıdaki yağmurun son bulmasıyla yerini Phuket'te akşamı yaşama keyfine dönüşüyor. Az önceki yağmurdan eser yok. Yollar insan kaynıyor. Hava nereden baksanız 27-28 derece.  Meşhur Bangla Caddesine geliyoruz.

Bangla Road, Patong kasabasının ve sanırım Phuket'in en hareketli caddesi. Burası hakkında buraya gelmeden önce okuduğumuz tüm yazılarda bahsedilen "önce şaşıracaksınız, sonra alışacaksınız, sonra umursamayacaksınız" silsilesini yaşıyoruz. Sağımızda ve solumuzda yer alan barların masalarında direk dansı yapan Taylı kız ve ladyboylar, sokak boyunca ellerinde ping pong şovu bileti satmaya çalışan onlarca insan, bize nereye geldik böyle sorusunu sorduruyor. Amerikalı ya da Avrupalı olduklarını tahmin ettiğimiz 70'lik amcaların 20'li yaşlarında Taylı kızlarla el ele dolaştığı sokaklar insana hayatı sorgulatıyor.  Her bünyede aynı etkiyi mi yaratıyor bilmiyorum ama biz böyle hissettik. 

Ertesi gün yapmayı planladığımız James Bond Adası turunu yağmur korkusuyla iptal ediyoruz. Cadde üzerinde yürürken bir dönerci dükkanında çalışan abimiz bize yardım ediyor, sağ olsun. Uygun bir tur bulmamız için bizi yönlendiriyor. Biz de yarın sabah erkenden  ertesi günkü turları ayarlamak adına otele dönüp dinlenmeye çekiliyoruz. 

II.Gün

Gün erken başlıyor. Kahvaltının ardından ilk hedef akşam yapmayı planladığımız Phuket Fantasea Turu ve ertesi günü yapacağımız Phi Phi Adası turunu ayarlamak. Dönercinin bizi yönlendirdiği tur masasını buluyoruz. Turcu kız Fantasea turunu kişi başı 2000 BHT, Phi Phi turunu ise 1500 BHT'tan ayarlıyor. 

Gün boyunca Patong plajında yüzdük. Akşama doğru Jungceylon AVM'yi geziyoruz. Ucuzluktan faydalanıp birkaç parça şey alıyoruz. Yine Jungceylon içinde yer alan MK restoranda güzel bir Çin yemeği olan Kırmızı Körili Ördek ve deniz ürünlü Phat Tai yiyoruz. 

Akşam 18:00'da bizi otelimizden alacak ve Fantasea'ye götürecek mini vanı beklemek üzere otelimize dönüyoruz. İlk gün yağmur korkusuyla James Bond turunu iptal etmemiz bizde Fantasea'ye gidelim fikrini uyandırıyor. Dönerci arkadaşın görülmesi gereken bir görsel şov demesi de adam başı 200 TL'yi cebimizden çıkarmamıza vesile oluyor. Yaklaşık 30 saatlik yolculuğun ardından Kamala Plajına yakın bir yerde kurulmuş bu mini lunaparka ulaşıyoruz. Henüz içeriye giriyoruz ki 400 TL'yi boşuna mı verdik acaba düşüncesi beynimizi kemiriyor. Gösterinin başlamasına çok az bir süre kalmış biz de yönlendirmelerle 4000 kişilik salona fena sayılmayacak o rengarenk süslemelerin içinden geçerek ulaşıyoruz. Salon gerçekten devasa. Salonun ve sahnenin tasarımı fevkalade. Sahnede bir yandan Tay kültürünü bir yandan yöre efsanelerini canlandıran devasa bir ekip gösteri yapıyor. İçeri girerken telefonumuzu emanete bıraktığımız için pişman oluyoruz.Uslu durduktan sonra sıkıntı yok çünkü. Bir kişi telefonla çekim yapmak isterken yakalanıyor ve telefonuna el konuyor. Yaklaşık 1 saat süren gösteri içinde fil şovları, sihirbazlıklar ve görkemli dans gösterileri var ama inanın bu gösteri ve Phuket Fantasea 200 TL etmez. Bu yüzden eğer benim için para önemli diyorsanız bu gösteriye gitmeseniz bir şey kaçırmış olmazsınız. Gösteri bitince yine oldukça büyük bir salonda açık büfe yemeğe geçiyoruz. Bu paranın içinde bir etkinlik. Güzel Tai usulü yemeklerle karnımızı doyuruyoruz. Yemeği bitirip dolaşmak için Fuar alanına çıkıyoruz ki neredeyse her yer sinek avlıyor. Kafamızda büyük bir alan olarak canlandırdığımız yerleşke çok küçük ve kalitesiz çıkıyor. Anlayacağınız gösteri sonrası 1 saat yerleşkeyi dolaşırsınız cümlesi de hikaye. 22:30'da alandan ayrılıp Patong'a geliyoruz. Bangla caddesinde canlı müzik icra edenlerin çıktığı bir barda bir süre takılıp otele dönüyoruz. (Şov olmayan barlarda Tay biraları 70-80 BHT, şov ve canlı müzik olanlarında 120-130  BHT)

III. Gün

Dolu dolu yaşayacağımız son gün erken başlıyor. Aracımız bizi otelin önünden alarak yaklaşık 45 dakikalık bir yol üzerinden deniz suyu bir hayli çekilmiş bir iskeleye ulaştırıyor. Burada tura katılan diğer yolcularla bir araya geliyoruz. Oldukça esprili bir tur çalışanının uyarılarını dinledikten sonra bizleri kollarımıza bağladıkları iplere göre bir hız botuna alıyorlar. Biz turcuların da tavsiyesine uyarak hız botu ile tura katılmayı uygun gördük. Siz de Phi Phi için hız botunu, James Bond için normal tekneleri tercih etmelisiniz. Hız botu ile oldukça ıslak ve sallantılı bir o kadar heyecan dolu ve eğlenceli bir yolculuktan sonra The Beach filminin çekildiği harika Maya Kumsalı'na ulaşıyoruz. Gerçekten görülmesi gereken bir doğal güzellik burası. Doğa harika ancak turizmin doruklarda yaşandığı bu bölgede insanların Maya Kumsalı'nda yüzebilmeleri için adeta küçücük bir boşluk bırakılmış. Kumsalın tamamına yakını demirlemiş hız botlarıyla dolu. Tabii normal teknelerin kumsala çıkmaları yasak onlar koyun ağzında bekliyorlar.

1 saatlik yüzme molasının ardından sırasıyla mercan resifini, maymunların mesken tuttuğu maymun kumsalını ve yöre halkından bazılarının buraya gidip gelmek için kullandıkları Vikinglerinkine benzeyen sandallardan ötürü Viking mağarası olarak adlandırılan noktaları geziyoruz. Buralarda fazla vakit harcamıyoruz. Hedefte öğle yemeğini yemek adına Phi Phi Don adasına ulaşmak var. Anlayacağınız Phi Phi Ley olarak adlandırılan minik adadan ayrılarak Müslüman nüfusun ağırlıklı olarak ikamet ettiği diğer adaya geçiyoruz.
Burada İslami usüllerle hazırlanmış açık büfe yemeğimizi alıyoruz ki gerçekten lezzetli. 1 buçuk saat kadar adanın derinliklerine inemeden çevreyi geziyoruz. Phuket'te içine giremediğimiz cennet parçası doğal güzellikler burnumuzun dibinde artık. Palmiyeler ve diğer egzotik ögeler nerede olduğumuzu bize hatırlatıyor. Buradan teknemize atlayarak yaklaşık 45 dakikalık yolculuğun ardından son yüzme noktamıza geliyoruz. Burası Phuket yakınlarında minik bir ada. Burada 1 saat yüzmemize müsaade ediyorlar. Yolculuk boyunca başına örttüğü örtüden Müslüman olduğunu düşündüğümüz rehberimiz bize yapmamız gerekenleri oldukça anlaşılır bir İngilizce ile aktarıyor. Yüzme keyfi sırasında iç deniz ile okyanus arasında büyük farklar olduğunu bacağımızı ısıran mikroskobik canlılardan anlıyoruz. Yaklaşık 20 dakikalık yolculuğun ardından turun başlangıç iskelesine ulaşıyoruz. Buradan da Patong'a dönüyor akşam çok da geç olmadan otelimize çekiliyoruz.

IV.Gün

Son gün uçuşumuz 19.35 olduğundan Patong'ta turladık. Patong pazarına girerek yerel halk ne yer ne içer onlara baktık. Akşam uçuş için bir tur şirketinden 700 BHT'a bir taksi tuttuk ki bildiğiniz minivan bize tahsil edilmiş oldu. Anlayacağınız Patong'tan dönerken kesinlikle taksi tutmalısınız. Yaklaşık 1 saat 15 dakikalık yolculuğun ardından-aman dikkat acayip bir trafik oluyor- havalimanına vardık. Vardık ki ne görelim. Upuzun bir kuyruk. İlk kontrol nereden baksanız 30 dakika sürdü. İçeride zorlanmadan uçağımızı beklemeye başladık ve dönüş Bangkok-Amman-İstanbul-İzmir olarak yaklaşık 13 saat-belki de fazlası- sürdü.

Hem Bangkok (yazısı burada) hem de Phuket bambaşka bir kültürü ve coğrafyayı bizlere yaşattığı için hafızalarımıza güzel resimler halinde kaydoldu. Umuyorum ki herkes bu güzellikleri bir gün görme fırsatını yakalar.