27 Şubat 2016 Cumartesi

SEYAHATNÂME: SAKIZ ADASI

Sakız Adası, ilk yurt dışı serüvenim oldu. Gerçi sanki başka bir ülkeye değil de Türkiye'de bir sahil kasabasına gidiyormuşum gibi hissediyordum. (10.05.2014)
 
Yağmurlu bir mayıs sabahında, oldukça erken diyebileceğimiz bir saatte Çeşme limanına varıyoruz. Daha önceden haberimiz olmayan bir dostluk maçını pasaport kuyruğuna giren onlarca Karşıyaka taraftarı sayesinde öğreniyoruz. Meğer 80 yıl önce Sakız Adası'nın takımı Lilapas ile KSK arasında oynanan maç tamamlanamamış ve bu tarihi maçın tekrarı benim yurt dışına çıktığım ilk güne denk gelmiş.
 
Yunan adalarını dolaşmak için mayıs aylarında Yunanistan'ın başlattığı kapı vizesi uygulamasından faydalanıyorum. 50 Euro verdikten sonra faydalanıyorum demek ne kadar doğruysa o kadar. Feribot için git-gel 21 Euro ödüyorum.
 
Sakız Adası feribotla yaklaşık 1 saatlik bir mesafede bulunuyor. Çeşme limanından ayrıntılarıyla seçilebilen ada yaklaştıkça daha da anlaşılabilir oluyor. Çeşme'de yaşayan akrabalarımın eskiden adadan horoz seslerinin geldiğine dair söyledikleri artık daha inandırıcı. Feribot limana yaklaştıkça teknenin önüne doğru artan bir kalabalığın içine karışıyoruz. Şans bu ya taraftar kitlesi tezahürata başlıyor. İlk yurt dışı deneyimimde belaya bulaşmak son isteğimiz. Hızlı bir manevra ile pasaport kontrol sırasının en önüne geçiyoruz. Geç kalsak adaya girişimiz öğleni bulabilir.
Farklı bir kültürü tanıyacak olmanın heyecanı ile bir süre etrafı seyrettikten sonra İzmir'dekine benzerliğinden dolayı kordon diye adlandırabileceğimiz bölgede sıra sıra dizilmiş araba kiralama firmalarını dolaşıyoruz. En uygun fiyatı veren şirket ülkücü bıyığı bırakmış haliyle bizden biri sandığımız Yorgo'nunki oluyor. Arabamızı yaklaşık 1 saat sonra almak üzere adanın merkezini dolaşmaya başlıyoruz. Adanın merkezinde her yer yürüme mesafesinde. Yağmura aldırmadan bakına bakına dolaşıyoruz. Sabahın erken saatleri olmasının da etkisiyle sokaklar bomboş. Cumbalı evler, Ege'ye özgü çiçeklerin sarktığı vazolar, Arnavut kaldırımları ve hemen her mahallenin bir köşesinde yer alan sunaklar. Bize yakın ama farklarını görebildiğimiz bir kültürün sokaklarını arşınlıyoruz. Bir şeyler atıştırmak için girdiğimiz bir kafede bize has olduğunu düşündüğümüz bir lezzet karşılıyor bizi, lokma! Hemen karşı kıyıda, Ildırı'da saray lokması diye satılan hamur işini komşuda da tatmak için siparişimizi veriyoruz. Tarçını bol soğuk servis edildiğinden bizdekinin yerini tutmuyor diyebilirim.
 
Merkezde ilerlerken Osmanlı'dan kalma bir çeşme karşılıyor bizi. Yüzyıllar süren Osmanlı
egemenliği sırasında burada yürütülen imaret çalışmalarının ürünleri bir iki cami, çeşme ve hamamla karşılaşıyoruz. Ara sokaklarda kalmış bir Osmanlı mezarlığı da ilgimizi çekiyor. Adanın kordonuna doğru ilerlerken bir Osmanlı hamamı çıkıyor karşımıza. Dışarıdan terk edilmiş gibi görünen bu tarihi yapıyı dolaşmaya karar veriyoruz. İçeride güvenlik görevlisi ve bir de rehber bulunuyor. Bu görkemli hamamın içinde bir süre dolanıyor ve sonrasında kiraladığımız aracı almak üzere yeniden deniz kenarındaki yola çıkıyoruz.
 
Aracı aldıktan sonra nereleri gezeceğimize karar verdiğimizden sadece tabelaları izlemek yeterli oluyor. Eşim buraları önceden kardeşiyle gezdiği için adeta bir rehber oluyor bize. Adaya gelip tur satın alanların genellikle iki alternatifi oluyor. Ya adanın kuzeyini ya da güneyini dolaşıyorsunuz. Adanın güneyi doğal güzellikleri ve kültürüyle daha çok ilgi çekiyor. Biz de adanın güneyini dolaşmayı uygun buluyoruz. Rotamız da aşağıdaki haritada olduğu gibi oluyor.



 
İlk durağımız olan Armolia'ya ulaşmak için tabelaları seçmeye çalışıyoruz. Tabelaların büyük bir bölümünde latin alfabesi kullanılmadığı için sıkıntı yaşıyoruz. Buna rağmen yaklaşık yarım saat sonra Armolia'dayız. Yol boyunca Çeşme'de dolaştığımızı hissettiren bir bitki örtüsü selamlıyor bizi. Yol kenarlarında gördüğümüz ve yolda hayatını kaybedenlere adandığını öğrendiğim minik sunaklar yüreğimizi burkuyor. Yine yol boyunca pek çok tepenin yanmış ağaçlarla dolu olduğunu gördüğümüzde içimiz yanıyor. Armolia'da hediyelik eşya satan birkaç dükkanın önünde durarak zaman geçiriyoruz. Hemen yakındaki sakız ağacı bahçelerini dolaşıyor ve sakızın üretilmesine dair fikir ediniyoruz.

Armolia'da fazla zaman geçirmeden adanın önemli yerleşim yerlerinden biri olan Pirgi'ye ulaşıyoruz. Pirgi'nin kendine has mozaiklerle süslenmiş evleri ve sakinliği iyi ki buraya gelmişiz dedirtiyor bize. Pirgi sokaklarında dolaşırken buralarda yaşamanın insana vereceği huzuru tasavvur ediyoruz. Sokaklar boyunca kendine has balkonlarıyla evler, begonvillerin süslediği kapılar, evleri karşılıklı olarak birbirine bağlayan köprüler dikkatimizi çekiyor.


Pirgi sokaklarında kapı başlarında oturmuş yaşlılar, sokakları arşınlayan manavlar, özellikle manavların kulağımıza tanıdık gelen o bağırışları,  bizdeki camilerin yerini alan kiliseler ve kilisenin içinde ve çevresinde bekleşen kilise cemaati, her an vızır vızır önünüzden geçen motorsikletli gençler ve  henüz öğlen olmamışken uzolarını yudumlayan orta yaşlı Pirgililer bize hiç yabancı gelmiyor.

 Pirgi'nin ardından adanın güneydoğu kıyısında yer alan volkanik bir yapıya sahip Emporios kasabasına doğru yola çıkıyoruz. Bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla yaklaşık 20 dakika sonra Emporios'un ıssız diyebileceğimiz kasaba meydanındayız. Asıl görmek istediğimiz kumsalı kaplayan volkanik siyah taşlar. Havanın da kapalı olması kumsalı kaplayan taşları iyice karartıyor. Taşlar bize spa için kullanılan taşları hatırlatıyor. Hatıra olsun diye çantamıza birini atıyoruz. Kumsalı şöyle bir gezdikten sonra sahilde hizmet veren tek kafeye oturuyoruz. Bizden başka kimsecikler yok. Yöreye has domates ve kaşarlı omlet sipariş ediyoruz. Bizim menemene benzeyen bu lezzetli yemeği yedikten sonra rotamızda Olimpi var.



Olimpi, ortaçağdan bu yana değişmeyen mimarisiyle karşılıyor bizi. Taştan yapılma küp şeklinde binalar nedeniyle Olimpi kasabası uzaktan büyük bir kaleyi andırıyor. Sokaklarına girdiğimizde Pirgi'de olduğu gibi sessizliği ve sessizliğin getirdiği huzuru duyumsuyoruz. Ada halkının büyük bölümü ekonomik nedenlerden dolayı anakarada hayatlarına devam ediyor. Köyde yaşayanlar çoğunlukla yaşlılar. Onlar da ya kapı ağzında oturup mayıs güneşinin tadını çıkarıyor ya da evlerine çekilip yalnızlıklarını avutuyorlar. Olimpi sokaklarında yolda karşılaştığımız yaşlılar bize gülümseyerek Yesas! (Bizdeki ilahi selamın Yunan versiyonu olsa gerek)  diyorlar. Kasabayı dolaştıktan sonra kasabanın merkezinde küçücük bir alana  bir alana birkaç sandalye ve masa atıp daha çok turistlere hizmet eden bir kafede soluklanıyoruz. Mekanın sahibi ve kafenin çalışanı bize ada ve Olimpi hakkında bilgi veriyor. Kahvelerimizi bitirdikten sonra yine düşüyoruz yollara.




Rotamızın sonraki adımında ada için Pirgi'den sonra gördüğümüz en büyük yerleşim yerine yani Mesta var. Mesta, Olimpi ve Pirgi'ye göre daha canlı bir kasaba. Kasabanın sokakları tıpkı diğerlerinde olduğu gibi köprülerle birbirine bağlanmış evleri barındırıyor. Kasabanın meydanında yer alan kilise ve kilise etrafında satışlar yapan dükkanlar turistlerin uğrak noktası haline gelmiş. Biz de hem kiliseyi geziyor hem de birkaç parça hediyelik için dükkanları ziyaret ediyoruz. Kilisede insanların girmesinin yasak olduğu bölgelerde Türkçe uyarı lehvalarının bulunması adayı ziyaret eden birçok Türk'ün varlığını ispat ediyor.




Kiraladığımız araba ile bu şirin adanın güneyinde görülmesi gereken her kasabayı hakkıyla dolaştığımıza, kadim Yunan kültürünün ve birkaç yüzyıl süren Osmanlı hakimiyetinin izlerini sürdüğümüze inanıyoruz. Yol boyunca evlerden gelen yemek kokuları, mahallede bize selam veren insanlar iki halkın yüzyıllar içinde beraber yaşayıp zamanla birbirlerinin aynısı olduğunu düşündürtüyor.
Turistik haritada gösterilen Neo Moni manastırını görerek şehir merkezine inmeyi planlıyoruz. Bu yüzden geldiğimiz yoldan değil de Lithi kasabasına uğrayıp adanın merkezinde yer alan dağı geçmek durumunda olduğumuzu biliyoruz. Yol boyunca tek tük gördüğümüz araçlar da Lithi'ye yaklaştıkça görünmez oluyor. Virajı bol uçurumlu yollardan Lithi'ye ulaşsak da kasabanın dolaşmaya değer olmadığına kanaat getirerek yola devam ediyoruz. Issızlık ve uçurumlar bizi ürkütse de muhteşem Ege manzarası içimizi ferahlatıyor. Denizin uçsuz bucaksızlığı, el değmemiş koylar Sakız'da da bizi büyülemeye yetiyor.


Lithi'den ayrılıp dağa tırmanırken ıssızlık giderek artıyor, artık bir yerleşim yeri de etrafta. Bizi bir jandarma karakolu selamlıyor dağın zirvesinde. Yanlış bir yola girip girmediğimizi kuşkuyla değerlendirirken artık inişe geçtiğimizi anlıyoruz. Elimizdeki haritada gösterilen Neo Moni için sapa bir yolu gösteren bir tabela çıkıyor karşımıza. Onca korku sonrasında bu yola da girmeye karar veriyor ve yaklaşık 2 km sonra manastıra ulaşıyoruz. Güneş artık tepelerin ardına gizlenmek üzere ve etrafta in cin top oynuyor. Girişi henüz kapanmamış manasıtırın birkaç bölümünü korka korka dolaşıyoruz ki bir odaya girdiğimizde camekan içinde sergilenen binlerce insan kemiği tedirginliğimizi daha da artırıyor. Kemiklerin üzerindeki açıklamada 18. yüzyılda Osmanlı'nın yaptığı iddia edilen katliamda yaşamını yitirenlere aittir ifadesini okuyoruz. Böylesine bir manzarayı tarihin adaletine bırakmaktan başka bir çare bulamıyoruz ve yine haritadaki yolu takip ederek merkeze iniyoruz.


Sakız Adası, hafızalarımıza güzel görüntüler, nefis kokular, sıcakkanlı insanlar ve farklı ama tanıdık bir kültür görmenin mutluluğunu kazıdı diyebilirim. Adadan dönüşümüzü aynı firmanın katamaranıyla yaptık ve döndüğümüzde döndüğümüz yerin adadan pek bir farkı yoktu :)




 


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder