28 Kasım 2016 Pazartesi

İZLEDİM: ARRİVAL (GELİŞ)


Sinemada bir filmi izlemeden önce kılı kırk yarıp izlenesi bir film olup olmadığını araştırıyor bunu yaparken de filmin detaylarını öğrenmemeye-ne mümkün- çalışıyorum. Bu sefer yorumlarına güvendiğim bir arkadaşımın "Mutlaka izlemelisin!" telkiniyle düştük sinemanın yollarına.
 
Malum, UFO istilası tema olarak Amerikan sinemasının üç dört yılda bir ısıtıp ısıtıp önümüze sürdüğü, çoğu zaman ağızda kekremsi bir tat bırakan çoksatar yemeği. Kendi adıma Mel Gibson'ın oynayıp yönettiği Signs'tan bu yana iyi UFO istilası filmi izlememiştim. Kurtuluş Günü ya da dünyanın uzaylılarca istila edilmesinin ardından kahraman(!) Amerikalılarca kurtarılmasını konu edinen filmler açıkça söylemeliyim benim için pazar gecesi sinema kuşağında eğlencelik filmler oldular.
 
Arrival, yukarıda söz ettiğim o kötü istila filmlerinden değil. Hem görüntü yönetmeni, hem filmin müziklerini ve ses efektlerini düzenleyenler, oldukça etkileyici sahneler hazırlamışlar sinemaseverler için. Kurgu deseniz -içine dram da yedirilerek tabii- o "istila filmleri"nin yavanlığını filmin üzerinden çekip almış. Filmin kahramanı yani ülkenin önemli filologlarından olan Louise Banks, film boyunca hem hayatını sorguluyor hem de bambaşka bir canlı türü ile iletişime geçilseydi neler yaşanabilirdi, izleyiciye bunu hissettiriyor.
 
Film,  "Sözcükler dünyayı nasıl algıladığımızı belirler. Her dilin kendi içinde farklı bir mantığı ve algılama biçimi vardır. Dolayısı ile dünyaya kelimelerle bakıyoruz desek yanılmış olmayız." diye tanımlayabileceğimiz ve 1956 yılında dilbilimi dünyasına duyurulan Sapir-Whorf hipotezini izleyiciye sezdirerek, filmde  felsefi bir altyapı oluşturuyor. Aslına bakarsanız İnterstellar filminde senaristin uzay fiziği ile ilgili aktarmaya çalıştığı ne ise Arrival'de senaristin başka bir canlı türü ve filoloji ilişkisi ile ilgili seyirciye aktarmaya çalıştığı şeyin aynı olduğunu düşünüyorum. Filmi salt bu noktalar iyi yapıyor diyemem. Başta da belirttiğim gibi filmde konu içine fazlaca ajite edilmeden yedirilmiş bir dramı barındırması ve yönetmenin tüm bunları çok uyumlu ses ve görüntü efektleri ile desteklemesi bakımından da önem taşıyor.

Filmi merak edenler acele etmeliler. Film gösterimden kalktı kalkacak. İyi seyirler.

13 Kasım 2016 Pazar

OKUDUM: KIYAMETE SON 99 GÜN / POLAT ONAT

Şair ve yazar Polat Onat'ın son romanı Kıyamete Son 99 Gün elime geçer geçmez -sanatçının önceki kitaplarını okumuş biri olarak- elimde tuttuğum kitabın son dönemin fantastik ögelerle okuru yakalama derdine düşmüş, sanatsal değer kaygısı taşımayan yapıtlarından olmadığını düşünmeye inatla devam ettim. Doğruyu söylemek gerekirse bu düşüncemin aksine kitabın kapağı, başlığı ve kitap arkası tanıtım yazısı kitaba dair başta belirttiğim "okur avcısı roman"ın habercisi gibiydi. 

Onat, cesur bir yazar. Daha ilk romanı "İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü"nde dahi ağır, poetik bir bildiriyi romanına yedirebilecek kadar gözünü budaktan esirgemeyen cinsten hem de. Okurun ilgisini canlı tutmanın türlü yollarını bilmesine rağmen kafasındakini kağıda dökmekten sakınmayan bir sanatçı. Sade düzyazı da mı? Elbette hayır.  Onun "Son" ve "İhtiyarın Vefatı" şiir kitaplarını okuyanlar da dünyaya bakışının ne kadar derinlikli  olduğunu hatırlayacaklardır.

Sözün özü yazarın üslubunu az çok tanıyan benim için kitapta salt merak duygusunu kamçılayacak, okuru roman sonlana değin olaylar sarmalıyla kitaba tutunduracak bir öykü bulmayacağım sürpriz değildi. Buradan kitabı edinip okuyacalar için belirtmeli ki kitap boyunca yazarın aforizma niteliği taşıdığı aşikâr pek çok felsefi belirlemeyle karşılaşacak, bunların bütünüyle bir portre oluşturma kaygısı taşıdığına şahit olacaksınız. 

Dünyanın sonunun belirli oluşu nereden bakarsanız bakın başlı başına ilgi çekici bir temadır. Bu tema üzerine eğilmeyi bugüne kadar onlarca sanatçı denedi. Hem yerli hem yabancı ürünler hâlâ hafızalarımızda. Dünya'ya günbegün yaklaşan bir meteor, iklimin aniden değişimi, olağan dışı bir virüs salgını vb. sebeplerle dünyanın sonunun gelişi, bir başka deyişle son nefesin belli oluşu; sonu belli bir kurguya vesile olsa da akıbetin ne şekilde olabileceğine dair merak, bu tip fantastik romanlarda okurun ilgisini fazlasıyla çekiyor. Buradaki kilit nokta, yazarın kolaya kaçıp yalnızca bu merak ögesine yaslanmayışında. Onat'ın bu kolaycılığa kaçmadığını söyleyebilirim.

Roman son 99 gün boyunca günlük tutan, hayata tutkuyla bağlı olmadığını iddia eden varlıklı bir entelektüelin gözünden dünyanın sonuna gidişi anlatıyor. Baş karakter, bilim adamlarının dünyanın sonuna  -bir mucize gibi- 98 değil de 99 gün kaldığını söylemelerinin verdiği ilhamla önceleri sürekli ertelediği Allah'ın doksan dokuz ismine tek tek şiir yazma projesini hayata geçirmeye karar veriyor. 

Polat Onat, kitap boyunca 2030'un dünyasına dair hayal gücünü kelimelere dökmüş. Açıkçası bunca yakın bir tarih; bireysel hava araçları, siber devletlerin varlığı, robotların insan hayatına hükmetmeye başlaması, adalet sistemi, gastronomiye dair belirlemeler ile kitabın gerçekçiliğine ters düşmüş. Kitap boyunca kurguya dair rahatsızlığını hissettiğim tek nokta bu oldu. Bu pek tabii benim görüşüm. 

Kitap haliyle 99 parçadan oluşuyor ve her bir parça Allah'ın 99 ismine (Esma'ül Hüsna) ithaf edilen şiirlerden oluşuyor. Bu 99 parça boyunca dünyaya hakim olan kaos ve baş karakterin iç dünyasındaki gelgitler başarıyla okura sunulmuş. Yazarın iç dünyası ve yaşama bakışı ön planda olmasına rağmen şeytani güçlerin devreye girişi ve yazarı bir kabus gibi girdabına alan gizemli cinayetler okuru kitaba zincirleyecektir. Üslup bakımından okunurluğu rahat bir kitap Kıyamete Son 99 Gün ve okur kısa sürede kitabı sonlandıracaktır. 

Entelektüel okur hayatını disipline sokmak için dünyanın sonunun gelmesini bekleyen o varlıklı entelektüelde kendini bulacaktır diye düşünüyorum. Polat Onat'ın başardığı önemli işlerden biri bu. İki büyük romanında da aydın sorunsalını farklı biçimlerde çok etkileyici bir biçimde duyumsattı. Birinde taşraya hapsolmuş bir berber ile diğerinde dünyanın son gününe kendince kutsal bir yaratım derdine düşmüş varlıklı bir entelektüel ile... 

Bir hiçliğe gittiğini bile bile projesini hayata geçirmeye uğraşan yazarımızın bu çabasına saygı duyacaktır Kıyamete Son 99 Gün romanının okuru. Tıpkı yazarın yirminci günün sonunda keşfettiği  "Ne yazık ki zaman geçmiyormuş, evet ciddiyim, zaman geçmiyor. Geçen biziz. Biz insanlar" düşüncesine katılacağı gibi.

Murat Gil
  

11 Kasım 2016 Cuma

OKUDUM: OLDUĞU KADAR GÜZELDİK / MAHİR ÜNSAL ERİŞ

Her türün yaratım aşamasında zorluklar vardır. Öykü yazmanın zorluklarını yeni yeni anlıyorum. İyi, nitelikli öyküler yazabilen yazarlara gıpta ediyorum. Son beş yılın Sait Faik Hikaye Armağanı alan yazarlarından biri Mahir Ünsan Eriş. Yazarın 80'li yılların başında dünyaya gelmiş yazarlar içinde olması beni umutlandırdı, bir yandan yaşımı hatırlattı ve üzdü. İyi yazarlar çıkaran jenerasyondan olup üretememek üzdü beni.
 
Her satırıyla sonuna değin ödülü hak etmiş bir öykü seçkisi olduğunu düşünüyorum Olduğu Kadar Güzeldik'in. Hani üzerinden zaman geçip bir kere daha bir kere daha okunacak cinsten. Olay öykücülüğü ile kesit öykücülüğünün öykülerde nasıl at başı koşturulabileceğinin somut örneği bir kitap. Eriş'in öykülerinde yarattığı portreler o kadar ilginç öyle "tip"e yakın ki beyazperdenin dikkatini çekebilmiş. Benim Adım Feridun'da çizilen terk edilmişliğin derin ıstırabını yaşayan kahramanımız Feridun'un başından geçen ilginç düğün deneyimi öykünün kendi adıyla beyazperdeye uyarlanmış. Bugünlerde izleyici ile buluşacak. Bir öyküden yola çıkarak sinema filmi yapılmasına pek alışık değilim.  
 
Olduğu Kadar Güzeldik'in iyi yanları saymakla bitmez. Eriş'in sade bir dil ve üslup kullanışı, basit karakterlerle görkemli öyküler yaratışı, klasik olay öyküsünün okuyucunun meraklarını giderme tabusunu yıkışı ve daha birçok şey... Öykülere dair gözüme hoş gelmeyen tek nokta-yorumlara bakılırsa bunun da övülmesi gereken bir nokta olduğu belirtiliyor- Bandırma ve çevresinin mekan olarak seçilmesi. Pek tabii bir romanda mekan tek olabilir ancak öykü seçkileri için bu durum öykülere anı çeşnisi katıyor. Bir öykü okurken yazarın anıları herhalde bu hissini yaşamaktan haz etmiyorum. Olduğu Kadar Güzeldik'te bu tadı aldığımı söylemeliyim.
 
Her yazının sonunu mutlaka edinin ve okuyun diye bitiriyorum. Bu yazının sonu da öyle olacak, pişman olmayacaksınız.

8 Kasım 2016 Salı

OKUDUM: GÜNEŞ SEPETİ / MUZAFFER KALE

Sait Faik Hikaye Armağanı almış kitapları takibe devam ediyorum. Bu sefer 2016 yılının ödüle layık görülen öykü kitabı Güneş Sepeti'ni okudum. Kitabı bitirir bitirmez kitap hakkındaki eleştirilere göz attım. Genelde olumlu şeyler söyleniyor kitap hakkında. Benim izlenimim de olumlu oldu. Sine Ergün'ün Bazen Hayat'ı üzerine okununca birbirine tarz olarak yakın iki kitabı üst üste okumuş oldum.  
 
Önceki yazıda da belirttiğim üzere özgünü yakalamış kısa öyküler yazmanın büyük beceri gerektirdiği ve bunun takdire şayan bir çaba olduğu ortada. Muzaffer Kale şiir dünyasında kendini var etmiş, son dönemin kayda değer şiirlerinin sahibi sanatçılardan. Düzyazı ile okurun karşısına çıkıp bu çıkışı Sait Faik ödülü gibi prestijli bir armağan ile taçlandırması başarısını daha da anlamlandırıyor.
 
Öyküleri oldukça sade bir Türkçe ile yazılmış. Öyküleri durum öyküsü geleneğinin örnekleri diyebiliriz. Öykülerinde hayata dair kesitler var. Uzun uzadıya anlatılan olayların öyküsü Maupassant tarzını değil de yazarı özgür bırakan Çehov tarzını benimsemiş bir yazar Kale.
 
Muzaffer Kale'nin öykülerini okurken bir şairin öykülerini okuduğunuz o kadar belli ki.  Zaten bir söyleşisinde öykülerindeki şiirsel söyleyişin nedenini sorgulayan bir soruya verdiği yanıtla niyetini belli ediyor usta yazar: "Dille kurulan yapılarda, yazılan bir makale değilse, anlamın bir (ölçüde) parlamasına gerek duyulur. Çünkü yazılan o nesnenin, o durumun, o duygunun kendi doğasında var olan dirimsel parlamasını da metne taşımak zorundayız. Şiir dışındaki metinlerde, şiirin olanağı olan dilin kullanılışı, anlam katmanları oluşturmayı amaçlamaz. Metne canlılık katar. Bu kitaptaki öykülerin bazılarının çok kısa oluşu gözetilen bir tavrın sonucu. Eksiltildiler."
 
Ben kitaptaki öyküleri yeni bir tarz arayışında olması bakımından beğeni ile okudum. Yazarın hayatın pek çok kesitini kendi üslubunca okurun huzuruna çıkarmasını takdir ettim. Bütün bunlara rağmen olay öykücülüğünün okuru merakta bırakan yanından çok daha fazla haz aldığımı belirtmem gerekir. Durum öykücülüğünün yetkin ve özgün olduğunu düşündüğüm bu örnekleri yazarın Güneş Sepeti'nde toplanmış. Kale, kesitlerinde çizdiği insan portreleri ile bazen iç sızlatmayı bazen insan sorular sordurtmayı başarıyor. Tekdüze öykü kitaplarından sıkılmış yeni bir tarz denemeyi arzulamışsanız kitapçıların tamamında görebileceğiniz bir öykü kitabı Güneş Sepeti. Edinin, okuyun derim.
 
 
 

3 Kasım 2016 Perşembe

OKUDUM: BAZEN HAYAT/SİNE ERGÜN

Sait Faik Abasıyanık Armağanı kazanmış öykü kitaplarını inceleme hevesiyle altı öykü kitabı sipariş ettim. Elime gelir gelmez ilk okuduğum Sine Ergün'ün Bazen Hayat'ı oldu.
 
Sine Ergün, yaş itibariyle bizim kuşak diyebileceğim bir sanatçı. 80 sonrası kuşağın ilk temsilcilerinde. Ödüllü kitabındaki öyküleri bir çırpıda bitirdim. Öykülerini kısa cümlelerle ve hacimsiz oluşturmayı yeğliyor. Kitabı okurken bir şiir kitabı okuyormuşçasına hızlı ilerledim. Bir şiir kitabı olsaydı elimdeki Garip Şiirinin temsilcilerinden birine ait derdim. Hayatın sıradanlığını, küçük insanın duygularını Garipçiler nasıl da sanatlı söyleyişten uzaklaşarak verebilmişse Sine Ergün de öyküde bu yöntemi denemiş. Sanatlı söyleyişten öyküde sıyrılmak, hayatın sıradan yanlarını kısa öykülerde işlemek fena fikir değil. Sine Ergün bu hususta başarılı sayılmalı ancak ben fark ettim ki şiirde sonuna değin savunduğum sadeliği düzyazıda reddediyorum.
 
Bazen Hayat'ta Sinek hikayesi ile Orhan Veli'nin Misafir şiirinin benzeştiğini düşündüm. Hem tarz olarak hem de sanatçının sonunda vermeye çalıştığı mesaj olarak benzeşiyordu bu iki farklı tür. Bu hikayenin aklımda iz bıraktığını söylemeliyim. Bunun dışında hikayeler ağızda bir tat bırakıyor ancak kahvaltı öncesi iştah açmak için ekmeği zeytinyağına bandırırsınız ya o türden bir tat. İştahlanıyorsunuz ama ana yemeği bulamıyorsunuz.  
 
Bazen Hayat, Sait Faik ödülünü hak edecek kalitede bir eser miydi buna  karar verecek niteliklere sahip değilim ancak basit bir okur olarak öykü türüne yepyeni bir tarz katma çabasını takdir ettim.
 
Not: S
anılanın aksine kısa ve yoğun yazmanın uzun soluklu, hacimli eser yazmaya göre çok daha zor olduğunu bilen biri olarak Ergün'ü tebrik etmeli.