23 Aralık 2015 Çarşamba

YAZDIM: YENİ YAŞ NAZİRESİ

YENİ YAŞ NAZİRESİ

Sanma hüzünle uzlaşmışım
Acı tatlı yaşananlardan
Bir adım daha uzaklaşmışım
Son diye koyduğum noktalarda
Yaşımla sarmaş dolaşmışım.

Her yaş onlara daha bir benziyorum
Şu disiplini başucu kitabı yapanlara
Aynı öğüdü vermekten beziyorum
Aynı şeyleri yapan çocuklara
Eski fotoğraflarımmış gibi bakıyorum.

Yirmi üç Aralık bin dokuz yüz seksen iki
Belirsizliğe çığlık attığım günde
Aşkları görseydim zulümleri belki
Gelmezdim değil ama durmazdım önde
Beklemezdim zalimleri

O kadar hızlı geçmiş ki günler
Daha dün gibi kadeh kaldırışım bahara
Bu en sevilen filmi izlemeye benzer
Bir çırpıda okunan romana
O kadar hızlı geçmiş ki günler

Bugün az daha yakınlaştım ebediyete
Dudaklarımda ne bir heyecan ne bir haz
Fazla sürmez diye girdim bu diyete
Acılar az olsundu derdim, kırgınlıklar az
Yıllar bakmıyor işte niyete.

16 Aralık 2015 Çarşamba

İZLEDİM: ŞAHANE DÜĞÜN

Devlet tiyatrolarında izlediğim ikinci komediden de büyük bir keyif alarak ayrıldım. Önceki oyun yani Bir Daha Çal Sam'de Ozan Yıldırım'ın muhteşem performansıyla coşmuştum. Dün geceki oyun da Bir Daha Çal Sam gibi yerli ürünü değildi. Şahane Düğün Robin Hawdon'un bir oyunu imiş ve pek çok özel tiyatro bu oyunu sahnelemiş.  Yönetmen Metin OYMAN oyunu yönetmiş. Konak sahnesindeki bu harika komedi için son birkaç gününüz, şansınız varsa sonraki dönemde yeniden sahneye konabilir.
 
 
Oyunun konusu özetle şu şekilde: "Londra’nın  dışında  bir taşra oteli,  yeni  bir hayata  adım atmak üzere  evlilik törenine hazırlanan  genç bir çift, hazırlıkları takip eden yakın dostları, gelinin annesi ve hayatlarına bir anda giren beklenmedik misafirler ile olaylar… Evlenmek için seçtiğiniz kişi “doğru insan” değilse ne olur? Peki ya “doğru insan”  tam düğünden önce karşınıza çıkarsa? İşte bu sorular kahramanlarımızı içinden çıkılmaz gibi görünen sorunların, eğlenceli bir dolantının ortasına sürüklüyor, kahkahalarımızı tutamayacağımız bir dizi komik olay ustaca bir kurguyla sahneye taşınıyor…"
 
Oyundan ve oyunculuklardan biraz bahsetmek gerekirse öne çıkan isimler olarak başkahraman Serkan Kunter'i ilk sıraya almalıyız. Oyun boyunca jest ve mimikleriyle yaptığı hatayı kapatmak için çırpınan saftirik damatı çok iyi sahneliyor Kunter. Oyunun replikleri yabancı bir senaryondan çevrildiği için oyuncuların tamamı bir Amerikan yapımı sitcomda oynuyorlarmış gibi performans sergiliyorlar.
 İzleyenlerin Baba Ocağı dizisinden hatırlayacakları Mustafa Şen de damadın talihsiz sağdıcı rolünde oldukça başarılı olmuş. Konak sahnesinin oyun için hazırlanışından hiç bahsetmeyeceğim. Diğer bütün oyunlarda da sözünü ettiğim üzere sahne profesyonelce hazırlanıp sahnede de böylesine deneyimli isimler olunca oyundan aldığınız keyif iki katına çıkıyor.

Oyundaki 4 bayan karakter de talihsiz sıfatıyla anılabilecek durumda. Başkarakter Reachel, Tom'un sevgilisi Judie, otel hizmetçisi Julie ve gelinin annesi. Hepsi de ya erkeklerden ya da erkeksizlikten yakınmakta. Başkarakterimiz aldatılan Reachel'ı Işın Karakan Yıldız oynuyor ki bence Serkan Kunter ve Mustafa Şen ile sahnede parlayan üçüncü isim kendisiydi. Tüm bu karmaşaya neden olan Judie'yi ise Ceyhan Gölçek canlandırıyordu. Hem dizilerde hem de başka oyunlarda gözlemlediğim kadarıyla genellikle oyunun bir adım önüne çıkan Gölçek'ten aynı performansı göremediğimi belirtmeliyim.

Oyun İzmir'de sahneye konmaya bir süre daha devam edecek. Elinizi çabuk tutsanız iyi olur çünkü kemikleşmiş bir izleyici kitlesi var İzmir'de ve Konak sahnesinin koltukları inanın hiçbir zaman boş kalmıyor. İyi seyirler



SEYAHATNÂME: ANTAKYA-SAMANDAĞ



Adana'ya inmeden uçsuz bucaksız Çukurova'ya bakıp üstâdın "aşk geniş ovalar arar" sözünün ne manaya geldiğini anladım. Çukurova yöresinin aşkla dolu eserler veren nice sanatçı yetiştirmesinde coğrafyanın etkisi yadsınama diye düşündüm.
İçinden nehir akan bir şehrin insanı olmadığımdan Hatay da (Antakya) Adana da bana farklı geldi. Buna benzer bir durumu Eskişehir'de yaşamıştım ama buraların nehirleri daha görkemli akıyor belirtmeliyim.
Hatay'a kiraladığımız araç vasıtasıyla yaklaşık iki saat süren yolculuğun ardından vardığımızda bizi çok da küçük olmayan bir Akdeniz şehri karşıladı. Bavullarımızı Antakya öğretmen evine yerleştirdik. Bu bölgeyi dolaşmak isteyenler için kesinlikle oldukça güzel bir dinlenme noktası öğretmenevi. Başka şehirlerle kıyasladığımızda pek çoğuna göre daha temiz ve lükstü diyebilirim. Bavulları bıraktıktan sonraki ilk iş karnımızı doyurmaktı keza soluğu " Saray Sofrası " adlı mekanda aldık. Yörenin enfes yemeklerini tattık. Buraya gelenlere yörenin en meşhur yemeklerinden tadımlık bir tabak hazırlıyorlar. Böylece her birinden doyumluk olmasa da tadımlık denemiş oluyorsunuz. İşte size denemeden dönmeyin diyebileceğim birkaç lezzet: 
  • Yoğurt aşı çorbası
  • Oruk (İçli Köfte)
  • Kaytaz Böreği
  • Kabak Tatlısı
  • Humus/Zahter vb.
Camiler ve minareleri bizi sadece Akdenizli bir şehrin sokaklarında değil Arap esintili bir kasabanın yollarında da yürüttü diyebilirim. Şehirdeki kozmopolit yapının büyüleyici olduğunu da eklemeliyim. Antakya'nın daracık sokaklarında yürürken 21.yüzyılda değil de 200 yıl öncesinin bir Arap şehrinde dolaştığımızı hissettim.
O daracık sokaklar ve bu sokaklarda oynayan çocuklar beni çocukluk günlerime götürdü. Arap esintisi Uzun Çarşı'da da devam etti. Burnu yakan baharat kokuları, kebaplarını öven kasaplar, künefe hazırlayan ustalar ve üstü kapalı cıvıl cıvıl bir çarşı...

Antakya'ya gelen herkesin isteyeceği gibi biz de yörenin meşhur künefesini yerinde denemeyi arzuluyorduk. Yolculuk öncesinde yaptığımız araştırma bizi tek bir adrese yönlendirdi: Yusuf Usta. Tarifler bizi çarşının şadırvanı andıran bir bölümünde devasa bir palamut ağacının dibinde mütevazı bir dükkanın önüne çıkardı. Dükkanın masalarında oturacak yer olmadığı için ağacın kenarına kurulan sedirde bir süre bekledik. Zorlukla kendimizi künefe bekleyenlerin arasına attık. Künefe lezzetsizdi dersem yalan söylemiş olurum sadece İzmir'de fırında pişen kıtır kıtır künefeler gibi değildi. Odun ateşinde yavaş yavaş piştiği için bütünü değil de parça parça kızaran bir künefe yedik. Yusuf Usta'nın da bu işin piri olduğunu anladık.
İlk gün şehrin en önemli noktalarından biri olan mozaik müzesini gezmek istediğimizde aldığımız cevap ne yazık ki bizi üzdü. Müze yeni müze alanına taşınıyordu. (Şu anda oldukça büyük ve modern bir mozaik müzesine sahipler) Her şeye rağmen eski müzede kalan eserleri görmek adına ertesi günü yani pazar gününü beklemeye karar verdik.
 
 

Bu işler biter bitmez bizi ikinci bir hüsran bekliyordu. Şehrin girişinde yer alan St. Pierre kilisesi -ki restorasyonu bitmiştir mutlaka görmelisiniz- restorasyondaydı. İçeri girmemiz ne yazık ki imkansızdı ve biz de rotamızı değiştirip Harbiye Şelâlelerine doğru yola koyulduk.
Şehrin hemen dışında yemyeşil bir vadiye kurulan tesisleriyle Harbiye, şırıl şırıl akan suyun ve kısa süre çiseleyen yağmurun tadını duyurdu bize. Burası adeta bir doğa harikası olarak akşamüzerinin bütün kokularını taşıyordu. Yağmur'dan sonraki toprak kokusu da bunlardan biriydi. Orada akşamı ettik ve biraz da oburlukla geceyi Saray Sofrası'nda tamamladık.

Ertesi günkü rotamızı uygulamadan önce sabahtan eski müzeyi gezdik. Harika mozaikler ve yeni müzeye taşınan diğer ürünlerin varlığı bizi heyecanlandırdı. Bir ümit açılmak üzere olan müzeye girmeyi denesek de yetkililer buna izin vermediler.

Şehir merkezine dönünce listemizde bulunan Affan Kahvesi'ni aramaya koyulduk. Burada yörenin meşhur tatlılarından biri olan "Haytalı"dan tadmayı arzuluyorduk. Tattık da. Açıkçası nişasta üzerine dökülen gül şurubu çok da lezzetli bir sonuç doğurmamıştı. Adana'da "Bicibici" olarak bilinen bu tatlı Antakya'da Haytalı olarak sunuluyordu. Affan Kahvesi ise 80 yıllık bir işletme olarak görülmeye değerdi.

Zamanımız azdı yine yollara revan olduk ve Samandağ ilçesine doğru yola çıktık.
 
Yolumuzun üzerinde St. Simon Kilisesi'ne uğradık. Hava yazı andırıyordu. Etraf yemyeşildi. Çıktığımız yer deniz seviyesinin üzerinde olduğundan  buradan Ortadoğu ile Akdeniz'in kesiştiği noktayı ufukta görebiliyordunuz.
Samandağ bölgesine ulaşınca varmayı amaçladığımız yer Titus tüneli oldu. Burası oldukça uzun bir sahil şeridinin hemen kenarında muhteşem bir insan yapısıydı. Roma döneminde yapılmış dev bir tüneldi Titus. Benzerini Fethiye'de Saklıkent kanyonunda gezdiğimiz bir yerdi. Düşünün ki burası insan elinden çıkmış bir su yoluydu.  Zorlu yolları yürüyerek aştık, yapının içindeki odaları ve mezarları gezdik. Daracık keçiyolları boyunca uzanan insan yapımı su yollarını keyifle takip ettik.

Buradan çıkınca sırada Hıdırbey köyüne yolculuk vardı. Hıdırbey köyü Hz. Hızır'ın geçtiğine inanılan bir köydü. Köyün meydanında yer alan devasa ağaç da Hz. Hızır ve Hz. Musa'nın buluştuklarına inanılan ağaçtı. http://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/hatay/gezilecekyer/hidirbey-musa-agaci-efsanesi  Yol üzerinde Türkiye'nin tek Ermeni köyü Vakıflı'ya uğradık. Burası oldukça virajlı yolların sonunda sizi karşılayan şirin bir Ermeni köyüydü. Köyün tıpkı Hıdırbey Köyü gibi turistik oluşu dikkatimizi çekti. Burada Vakıflı'nın adını hatırlamadığımız salçalı ekmeklerini tattık.

Artık dönüş yoluna geçmeye, Antakya üzerinden Adana'ya ulaşmaya gelmişti sıra. Adana'ya geçmeden Antakya içinde yer alan Sveyka Restoran'da meşhur Kiraz Kebabı'nı ve Kaytaz Böreğini tattık. Yaklaşık 3 saatlik bir yolculuğun ardından Adana'daki uçağımıza yetiştik.

Antakya'yı doya doya dolaşmak bütün yemeklerinin tadına bakmak için 2 gün yeterli olmayabilir ancak biz az zamanda çok yer dolaşıp bu işi kotardık. Antakya'ya İzmir'den Pegasus'la direkt uçuşlar var diye biliyorum. Değilse de Adana'ya inip araç kiralayarak yukarıda saydığım pek çok şeyi görebilir, o bölgenin kozmopolit atmosferini teneffüs edebilirsiniz.







15 Aralık 2015 Salı

SEYAHATNÂME

Her insan gibi ben de yetişkinliğe geçiş döneminde hayatı(mı) sorgulamış kafamdaki soru işaretlerine pek de tatmin edici cevaplar bulamamıştım. Yaşamın kontrol edilemez oluşu, zamanın akıcılığı, çekilen sıkıntıların anlamsızlığı, ülke şartları ve tabii ki hormonların tavan yapışı aradığım cevapları görmemi de engellemişti. Hâlâ soru işaretlerimin tamamına cevap bulabilmiş değilim, diğer bir deyişle soru işaretlerine cevap arama derdinde değilim. Sadece zaman adı verilen hamurdan daha lezzetli, daha değerli ürünler nasıl çıkarabilirim bunun peşindeyim. Bunun formülü sanırım,(sağlığı her şeyi önünde tutarak) yemek, içmek, okumak. Bunların yanına son birkaç yılda yapabildiğince çok gezmeyi koydum. Gezmek, farklı kültürleri yerinde tanımak dünyayı daha anlamlı kıldı, formüldeki bir eksikliği giderdi diyebilirim. 
 
Güzel de bir alışkanlık kazandım gezmenin yanında. Gezerken gördüklerimi, yaşadıklarımı kronolojik sırayla yazma alışkanlığı edindim. Bir "seyahatnâme" oluşturdum kendimce. Küçülen dünyada başka insanlar için pek manası olmasa da kendi vakanüvistliğimi yaptım diyelim. Gezdikçe yazmaya devam edeceğim, buradan da paylaşacağım yazılar olacaktır elbet. Bloguma bir de "Gezdim" mottosu ekleyeceğim, birkaç kişiyi gezdiğim yerler konusunda heveslendirebilirsem ne âlâ diyeceğim.