15 Ocak 2020 Çarşamba

OKUDUM: BİR KÜÇÜK DELİLİK \ ARZU UÇAR


arzu uçar bir küçük delilik ile ilgili görsel sonucu

Bir süredir raflarda boy gösteren Bir Küçük Delilik'i sonunda okudum. Arzu Uçar'ı Yaşar Nabi Nayır Ödüllü 'Dış Kapının Mandalı' ile tanımıştım. 

Öykü hem kurgusu hem de kahraman kadrosuyla okurun zihninde kolaylıkla yer edebilen bir tür değildir. Okuduğum yüzlerce öykü içerisinde her şeyiyle aklımda kalan çok azını sayabiliyorum. Bu örnekler de genelde 'cins' yazarların (Sait Faik, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket vb.)öyküleridir. İşte Arzu Uçar'ın Bir Küçük Delilik'i, onun öykülerini aynı ödülü alan diğer yapıtlardan farklı bir yere koyduğumu, bazı öykülerinin ve karakterlerinin zihnime işlendiğini bana yeniden hatırlattı.

Kitabın içinde 'Korku' başlığıyla yer alan ve yeni yetme bir öğretmenin köpek fobisine değinen bu öyküyü sanıyorum hayatım boyunca unutamam. Baş karakterin korku nedeniyle yaşadığı duygu değişimlerini, zaman içinde onulmaz bir hastalığa dönüşen korkunun karakterin tüm eylemlerini ele geçirmesini soluksuz okudum. Bir öykü, okuruna öykü kahramanı için dua ettiriyorsa başarılı olmuştur diyebilir miyiz? Aynı hikayenin bir başka kahramanı Ali Hoca'nın köpeklerin saldırısına uğrayıp uğramadığını merak eden bendenize sorarsanız öykü adına böyle bir 'başarılı' tanımlaması kolaylıkla yapılabilir.

Arzu Uçar karakter yaratmadaki becerisini Vatan Haini ve Bir Aşk Meselesi öykülerinde de göstermiş. Bir Aşk Meselesi'nin anlatıcı-başkarakteri 'saplantı' kavramını, içine düştüğü bataklıktan kurtulmak için verdiği mücadeleyi, okurun hiç beklemediği anda yaşadığı aydınlanmayı öylesine güzel öykülüyor ki kendinizi karakterin yerine koymakta hiç zorlanmıyorsunuz. 

Öykü, kısa bir yazın türü olduğu için takdir edersiniz ki hacimli eserlerin okuru sardığı gibi sarması kolay değil. Olay yahut kesit tüm ögeleriyle (mekan,zaman,karakterler,kurgu) öylesine yoğunlaştırılarak sunulmalıdır ki okur bir romanı bitirdiğindekine benzer bir  sarsılmayı yaşayabilsin; öykü, zihin duvarına kendisini çiviletsin. 

Uçar'ın öykülerinde bu sarsıcılığı bulmak mümkün. Bir Küçük Delilik'te yer alan neredeyse bütün öykülerde bu özelliği görebiliyorsunuz. 'Diyelim ki Ben Madonna'yım' tam da böyle bir örnek. Öyküyü bitirdiğinizde yaşadığınız sarsıntı "Öykü kahramanımızın hikâyesi bir romana dönüşseydi de eminim aynı ölçülerde olacaktı." dedirtiyor size.  Sözünü ettiğim kahramanımızın - genç kız - bedenine giren yazar onun yaşadığı travmaları tüm benliğimizde hissettirebiliyor. Aslına bakarsanız yazının başından bu yana anlatmaya çalıştığım 'sanatçı yetisi' tam da bu örnekle somutlaşıyor: "Hissettirebilmek" 

Bir Küçük Delilik'te yer alan öykülerin tamamında post-modernist izlerini de  görmek mümkün. Bazı öykülerin bazı noktalarında absürde ulaşıldığı dahi söylenebilir. Ama bu öykülerin anlamsızlık dehlizine yuvarlandığı anlamına gelmiyor. Benim gibi klasikçi, tutucu bir öykü okurunu dahi içine çekebilen bu postmodernist ögeler Uçar'ın öykülerinin beslendiği kaynaklardan biri sadece. Bir diğeri 'Dış Kapının Mandalı' ile ilgili yazımda da üzerinde durduğum gibi sıradan insanın hikâyesine yaslanmak.  Sıradan insanların hikâyelerini, sokağın dilinden uzaklaşmadan anlattığınızda öykülerinize düşsel ögeler katmak bile öykülerinizin inandırıcılığını, etkileyiciliğini ve hepsinden öte samimiyetini azaltmıyor.  

Arzu Uçar'ın öyküleri için hiçbir okur dış kapının mandalı değil, hepimize yetecek, hepimizde kalıcı izler bırakacak anlar var. Bu naif öyküleri bir küçük delilik edip okumamazlık etmeyin sakın! Keyifli okumalar.



7 Ocak 2020 Salı

OKUDUM: TALAN \ İLAY BİLGİLİ



*İşbu yazılar okurun sözü geçen eserleri okuduğu varsayılarak kaleme alınmakta olup, bu yazı sahibi henüz kitabı okumayanların yaşayacağı zarardan sorumlu tutulamaz. :)

2020'ye bir öykü kitabıyla başlamasam olmazdı. Gerçi öyküleri okurken boğazımın orta yerine kocaman bir yumru oturacağını bilsem bir kere daha düşünürdüm sanıyorum.
Aralıklarla da olsa okuduğum kitaplar hakkında notlar düşüyorum. Fark ettim ki bu yazılar benim için bir akıl defteri aslında. Okuduklarımız hafızamızın bir köşesine birkaç görüntü ve sesle iliştirilse de ayrıntılar bir zaman sonra okunmaz oluyor. Yıllar sonra o kitaplar hakkındaki yorumlarımı bu platformda görünce eserle yeniden baş başa kalmış gibi oluyorum. 

talan ilay bilgi ile ilgili görsel sonucu

Neyse gelelim Talan'a. Öykü türünde bir ilk kitap olduğunu bilmenize rağmen Talan'ın içindeki öykülerin yetkin bir kalemden çıktığını rahatlıkla duyumsayabiliyorsunuz. Bilgili, öykülerinin büyük bölümünde kurguladıklarını ilahi bakış açısı ve kahraman bakış açısıyla anlatıyor. Bir kameraman titizliğiyle objektifini kurgunun geçtiği mekanda gezdirip, okurun yaşananları her ayrıntısıyla yakalayabilmesine olanak sağlıyor. Evet, parolamız kamera. Sözgelimi Metaformoz öyküsünde ölümle sonuçlanan bir hastalık sürecinin son dakikaları, bu sürecin geçtiği mekân, sürece dahil olan kahramanların iç dünyaları öylesine itina ile görüntüleniyor, betimlemeler öylesine kuvvetli yapılıyor  ki kendimi merhumun bulunduğu odada ellerimi göbeğimde bağlamış, aile bireylerine taziyelerimi sunarken buluyorum.

Yukarıda anlattığıma benzer gerçekliği Panta Rhei'de de bulduğumu söyleyebilirim. İlay Bilgili, öykü boyunca gerek seçtiği kelimeler gerekse duruma dair işaret ettiği noktalar sayesinde okuru tüm sevenlerini - pek de sırasıyla sayılmaz- kaybeden yaşlı adamın çaresizliğine ortak ediyor. Bu sefer kamera değil de ayna tutuyor okura. Evliler eşini düşünüyor, çocuklular ölüm gelmeden bir çocuk kaybını. Boğazıma oturan yumruya katkı yapan öykülerden biri oluyor Panta Rhei. Bu kısa anlatı Bilgili'nin gözlem gücünü ortaya koyduğu, okuru kahramanla özdeşleştirme yetisini sergilediği bir temaşa sanatına benziyor.

Talan'daki üsluba dair kolaylıkla yapılacak belirlemelerden biri  de sanıyorum sanatçının cümlelerinde yer verdiği eylemlerin sıklıkla şimdiki zaman kipiyle çekimlenmesi.  Bunu, Bilgili'nin öykülerde bir ortak üslup yaratma amacıyla ve  kasten yapıp yapmadığını bilmiyorum ancak bir okur olarak öykü kitabına dahil olan öykülerde farklı anlatım ve dil özelliklerinden yararlanılması beni okurken daha diri tutuyor. Bu belirleme, öykülerin değerine bir halel getirme amacı taşımıyor sadece bir tercih olarak beni not almaya itiyor.

Kitaba adını veren Talan öyküsü diğer kardeşlerinin bir özeti gibi aslında. Sinematografik dilini, kamera hassasiyetiyle bacalardan, gider borularından hatta taş duvarlardan bir bir geçirerek varoşların dumanlı semalarında gezindiren İlay Bilgili, kesit öykücülüğünün son dönemde benim karşılaştığım en güzel örneklerinden birini vermiş Talan ile. Talan'ı okudukça betimlenmeye çalışılan kadının zihninizde büyüdüğünü, onu saran duvarların kıpırdandığını duyumsuyorsunuz. Yazarın kalemine takılıp odadan çıkıyor, sizi götürmek istediği başka evleri ziyaret ediyorsunuz. Talan'da kesit öykücülüğünün sıkıcı durağanlığına neredeyse hiç rastlamadım. Edebiyat dünyasının meşhur tabiriyle "Küçük İnsan"ın buz gibi gerçeklerle örülü, naif dünyasına yelken açtım. "Sıkılmışız be!" dedim beyaz yakalı dramlarına maruz kalmaktan. Evet, kabul ediyorum bir süreliğine boğazımdaki yumruyla kalacak halde talan edildi duygu dünyam. Ama bu çocukluğumun kül kokulu arsalarını bulduğum, kalabalık ailelerin börekli, çörekli mütevazı sofralarına konuk olduğum, bana 'yahu bu benim halam!, "bu benim dedem baksanıza, bu da olsa olsa benim yaşlılıktaki halim!" dedirten bir 'Talan' oldu. Keyifli okumalar.