27 Mart 2017 Pazartesi

LEBLEBİ TOZU YEDİREN, GAZOZ İÇTİREN ÖYKÜLER: MAHİR ÜNSAL ERİŞ




 

Meddah öykücülüğü diyebileceğimiz bir tür ile modern öykünün kapılarını 19. yüzyılın sonlarında zorlayan bu coğrafyanın çocukları, 21. yüzyılın hemen başında özgün bir öykü dünyası yaratmayı başarabildi. Bu süreç, Türk edebiyatında modern öykü denemelerinin ilk temsilcileri Aziz Efendi, Samipaşazâde Sezâi ve Ahmet Mithat’tan günümüzün genç öykü yazarlarına, yüzlerce sanatçı sayesinde yaşandı. İlk modern öykü türüne yaklaştığını düşündüğümüz Muhâyyelât’ın (Aziz Efendi, 1796) üzerinden -dile kolay- iki yüz yirmi yıl geçmiş. Hoş, “Aziz Efendi’nin tek ilginç yanı, yeni bir öyküye, evrensel anlamıyla bir öyküye kaynak olabilecek tek özelliği olayları tarih ötesi bir zamanda geçirmesine karşın, yeri İstanbul’un 18. yüzyıl yaşamından seçmiş olmasıdır[1]diyor Selim İleri.  Muhayyellât’ta İstanbul yansımaları, öykücülüğümüzde gerçeğe, gerçekçi kavrayışa ilk yaklaşımlar sayılabilir.[2]diye de ekliyor.

Muhayyelat, kadim anlatma geleneğimizden farkını hiç kuşkusuz içerikte cinleri, perileri, masalsı kahramanları tutarak fakat mekân olarak kendi çağının kentini seçerek ortaya koydu. Eserin üretildiği devir düşünüldüğünde bunun edebi bir devrim olduğu aşikârdır.  Pek tabii Türk öykücülüğü, iki yüz yirmi yılda Muhayyelat’ın üzerine görkemli bir bina inşa etmeyi başardı. Evrensel öykücülükteki modern bölünme, Maupassant ve Çehov’la yaşanmış; bizde bu türlerin meşalelerini Sait Faik Abasıyanık, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket Esendal gibi isimler taşımıştır.

Sözü öyküdeki kurgusal devrimin öyküde zamana aykırı mekân seçimi ile gerçekleştiği bilgisiyle açarsam Türk öykücülüğünün son dönemde okurda ilgi uyandıran eserlere imza atmış yazarlarından olan Mahir Ünsal Eriş’e daha manalı bir başlangıç yapabileceğimi düşündüm.

Mahir Ünsal Eriş, yayımladığı iki öykü kitabı “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” ve “Olduğu Kadar Güzeldik”  ile Türk öykücülüğünde son dönemde eksikliği hissedilen takibi kolay kurgu ve dilde yalınlığı geri getiriyor. Bunu yaparken  zamansal ve mekânsal samimiyeti elden bırakmıyor. Nedir zamansal ve mekânsal samimiyet diye sorulsa, cevabım: Yazarın mesaj verme kaygısı taşımadan yaşadığı kültürü, yaşadığı zaman dilimi içerisinde nasıl görmüş ya da yaşamışsa öyle anlatması olur. Biliyorum ki Türk edebiyatı, taşra görmeden taşrayı,  savaşı görmeden savaşı, direnişte bulunmadan direnişi anlatan pek çok yazara çöplük olmuştur. Bu tabir anlam bakımından çok sağlıklı olmasa da “samimiyeti” yakalayan yazarlar adlarını sonraki kuşakların defterlerine yazdırabilmişlerdir. Düşüncem odur ki Eriş, bu defterlerin ön sayfalarında adına yer bulabilecek bir yazar olabilir.

Selim İleri’ye göre öykücülüğümüzde dil devrimini gerçekleştiren sanatçı Memduh Şevket Esendal’dır. O, öyküleri dergi ve gazete köşelerinde kalmasına rağmen ilk kez dili yapay bir edebiyat dili olmaktan kurtarmış ve yalın söyleyişle gündelik konuşma dilini öyküye adapte ettirebilmiştir. Esendal öykücülüğünde güçlü bir söyleyiş göze çarpar. Okur, yazarın hangi yazımsal aşamalardan sonra bu noktaya eriştiğini duyumsamaz. Bu yönüyle Esendal ile benzeşen Mahir Ünsal’ın iki seçkide yer verdiği öykülerinde, pürüzlü, takılı kalmış noktalarla karşılaşmıyoruz.

Çocukluğunu seksenlerin sonu ile doksanların başında Balıkesir’in taşrasında (Bandırma, Erdek …) yaşamış biri yazar olan Mahir Ünsal Eriş, hem edebiyatımızda yeni yeni yer almaya başlayan doksanların Türkiye’sini ele alması hem de taşrayı taşradan bakarak başarılı bir biçimde anlatan genç yazarlardan biri olmayı başarması bakımdan öne çıkıyor. Doğrusu hemen her yazar eserlerinde çocukluk yıllarının bilinçaltı zindanlarına uğrar. Mesela Ömer Seyfettin hamasi diye adlandırılabilecek öykülerinde dahi sokaklarında yürüdüğü Gönen’i okura duyumsatır. Öyle ki Sait Faik Armağanı ödül töreninde Doğan Hızlan’ın Sait Faik’le Mahir Ünsal’ı ruh ikizi olarak gördüğünü belirtmesine nazire edercesine demeli ki: Eriş hemşehrisi Ömer Seyfettin ile Sait Faik’ten çok daha büyük ortaklıklara sahiptir. Bu ortaklık yalnızca çocukluklarının geçtiği Balıkesir taşrası değil, öykülerini kurgularken kullandıkları yöntemlerdir de. Lafı uzatmadan eklemeli: Çağdaş öykücülerden Füruzan’da, Vüsat O. Bener’de söylediğim çocukluğa yolculuk daha net gözlemlenebilir. Özellikle Vü’sat O. Bener sıradan, gündelik olguların ardındaki yaşantı zenginliklerini, bilinçaltında tıkalı kalmış yaşama parçalarını belirtir öykülerinde. Konuyu anlatışta (kimi zaman konu ötesine varan bir anlatış bu) betimleme yoluyla, alışılmış öykücülüğün dışına çıkartır.[3]

Eriş’in öyküleri okuru bir çırpıda saran ve asla yormayan naif dilinin yanı sıra doksanlı yılların taşrasını yaşatması bakımından da önem arz ediyor. Yukarıdaki alıntıda yer alan ve günümüz okuru ile öykünün arasını açan “konu ötesine varan anlatış” arayışı Eriş’in öykülerinde bulunmamaktadır. Bu yazarın daha geniş kitlelerce okunmasını ve öykünün sokağa taşınmasını kolaylaştıracaktır.

Her kuşağın önemli toplumsal travmalara şahit olduğunu söyleyebiliriz ancak doksanlı yılların Türkiye’si ne Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki zihniyeti, ne de ellilerde geneli çiftçi olan taşralı emekçilerin yaşam tarzını bünyesinde barındırır. Serbest piyasa ekonomisi ile küreselleşen dünyaya uyum sağlama adımlarını yeni yeni atan ülkede darbe sonrası hakim olan apolitik hava, aynı dönemde çocuk ve genç olan bireyleri derinlemesine etkilemiş; televizyonun toplumların yapısına etkisi iyiden iyiye görülmeye başlanmıştır. Sokaktan odalara tıkılmanın arefesi yaşanmaktadır. Bu dönemin çocuğunun bir gözü mahalledeyken bir gözü televizyondadır artık.  Bu çerçeveden bakıldığında Mahir Ünsal Eriş’in öyküleri bahsi geçen döneme ışık tutan ilk başarılı örneklerdendir. Onun öyküleri okuru Marmara’nın kırsalında, kıyı kahvelerinde, ilçe düğünlerinde, otostopla seyahati yeni yeni tanıyan genç dimağlarda dolaştırır.

 Bütün bunların ışığında Eriş’in iki öykü kitabına sığdırdığı kırka yakın öyküyü çok önemli bulduğumu belirtmeliyim. Haldun Taner’in ellili yılların Türkiye’sinde büyük kentin hastalıklı ürünü sonradan görme zenginlerini yansıtması, Orhan Kemal’in toplumda sürüp giden ekonomik çatışmaları ve sınıfsal farklılaşmaları işaret etmesi, Sabahattin Ali’nin acımasız, yüreksiz, insanlıkdışı yöneticilerin karşısına toplumun dört bir yanından kopup gelmiş kumpanya tiyatrolarını, şarkıcı kadınları, değerleri horlanmış erkek oyuncuları, hatta ezilmiş fahişeleri çıkarması ne ise Mahir Ünsal Eriş’in okurun masasına doksanlı yıllarda önceki on yılın travmalarını tamire uğraşan Anadolu taşrasını taşıması o derece değerli bana kalırsa.

Mahir Ünsal Eriş, seksenli yılların başında dünyaya gelmiş ve çocukluğunun izlerini otuzundan sonra-geç mi kalmış buna zaman karar verecek-  kaleme döküp okura ulaştırabilmiş bir yazar. Doksanlı yılların konjonktürünü kendince yansıtan çağdaşı meslektaşlarından farklı olarak Eriş’in üslup bakımından özgünü yakaladığını belirtmem gerekir. Yazarın özgünlüğü pek tabii aynı dönemde eserler vermiş, kesit öyküsü geleneğine uyarak olabildiğince kısayı ve yoğunu arayan bunu yaparken bilinçaltının dışavurumunu gerçekleştiren yazarlar gibi değil de klasik öykücülüğün kurallarından çekinmeyip olanı olduğu gibi, diğer bir deyişle samimice dile getiren bir yazar olmayı tercih etmesindedir. Söylediğim husus ilk kitabı “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde”den ziyade Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görülmüş “Olduğu Kadar Güzeldik”te daha da belirginleşiyor. Bu ikinci kitap sonrakiler adına okura büyük umut veriyor.

Bir yazara işini öğretmek, eserlerinde kullanacağı dili ya da mekânı dikte etmek haddimize değil ancak Eriş’i bekleyen en büyük tehlike içine düştüğü tekrarlar. Öykülerinin tamamına yakını birinci kişi anlatımına sahip. Anlayacağınız “kahraman bakış açışı” tekniğinden vazgeçmiyor yazar. Yazar bir Çin kıssası- “Kurbağalar gökyüzünü kuyunun ağzından görünen kadar sanırlarmış.” ile duruma açıklık getirmeye çalışsa dahi hikâyelerinin belki de var olma sebebi olan Balıkesir ve taşranın öykülerinde sürekli yinelenmesi ile benzer bir tehlikeye daha adım atıyor.  Bunların çokça tekrar ediyor oluşu öyküleri anı türüne yaklaştırıyormuş gibi geliyor bana, bunun da yazarın yazın dünyasındaki diğer çalışmalarında bir kısırlığa neden olabileceğini düşünüyorum. Yazar o kuyunun suyunda daha uzun beklememeli ve kuyudan dışarıya sonraki öyküleriyle sıçrayabilmeli.  
*Yazı  daha önce sanatlog.com sayfasında yayımlanmıştır.

 

 



[1] Selim İleri, Türk Öykücülüğünün Genel Çizgileri, Türk Dili Dergisi, Temmuz 1975,sayı 286, s.2
[2] a.g.e
[3] a.g.e