Meddah öykücülüğü
diyebileceğimiz bir tür ile modern öykünün kapılarını 19. yüzyılın sonlarında
zorlayan bu coğrafyanın çocukları, 21. yüzyılın hemen başında özgün bir öykü
dünyası yaratmayı başarabildi. Bu süreç, Türk edebiyatında modern öykü
denemelerinin ilk temsilcileri Aziz Efendi, Samipaşazâde Sezâi ve Ahmet
Mithat’tan günümüzün genç öykü yazarlarına, yüzlerce sanatçı sayesinde yaşandı.
İlk modern öykü türüne yaklaştığını düşündüğümüz Muhâyyelât’ın (Aziz Efendi, 1796)
üzerinden -dile kolay- iki yüz yirmi yıl geçmiş. Hoş, “Aziz Efendi’nin tek ilginç yanı, yeni bir öyküye, evrensel anlamıyla
bir öyküye kaynak olabilecek tek özelliği olayları tarih ötesi bir zamanda geçirmesine
karşın, yeri İstanbul’un 18. yüzyıl yaşamından seçmiş olmasıdır[1]” diyor
Selim İleri. “Muhayyellât’ta İstanbul yansımaları, öykücülüğümüzde gerçeğe, gerçekçi
kavrayışa ilk yaklaşımlar sayılabilir.[2]” diye
de ekliyor.
Muhayyelat, kadim anlatma geleneğimizden
farkını hiç kuşkusuz içerikte cinleri, perileri, masalsı kahramanları tutarak
fakat mekân olarak kendi çağının kentini seçerek ortaya koydu. Eserin
üretildiği devir düşünüldüğünde bunun edebi bir devrim olduğu aşikârdır. Pek tabii Türk öykücülüğü, iki yüz yirmi
yılda Muhayyelat’ın üzerine görkemli bir bina inşa etmeyi başardı. Evrensel
öykücülükteki modern bölünme, Maupassant ve Çehov’la yaşanmış; bizde bu
türlerin meşalelerini Sait Faik Abasıyanık, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket
Esendal gibi isimler taşımıştır.
Sözü öyküdeki kurgusal devrimin
öyküde zamana aykırı mekân seçimi ile gerçekleştiği bilgisiyle açarsam Türk
öykücülüğünün son dönemde okurda ilgi uyandıran eserlere imza atmış
yazarlarından olan Mahir Ünsal Eriş’e daha manalı bir başlangıç yapabileceğimi düşündüm.
Mahir Ünsal Eriş, yayımladığı iki
öykü kitabı “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” ve “Olduğu Kadar Güzeldik” ile Türk öykücülüğünde son dönemde eksikliği
hissedilen takibi kolay kurgu ve dilde yalınlığı geri getiriyor. Bunu yaparken zamansal ve mekânsal samimiyeti elden
bırakmıyor. Nedir zamansal ve mekânsal samimiyet diye sorulsa, cevabım: Yazarın
mesaj verme kaygısı taşımadan yaşadığı kültürü, yaşadığı zaman dilimi
içerisinde nasıl görmüş ya da yaşamışsa öyle anlatması olur. Biliyorum ki Türk
edebiyatı, taşra görmeden taşrayı,
savaşı görmeden savaşı, direnişte bulunmadan direnişi anlatan pek çok
yazara çöplük olmuştur. Bu tabir anlam bakımından çok sağlıklı olmasa da
“samimiyeti” yakalayan yazarlar adlarını sonraki kuşakların defterlerine
yazdırabilmişlerdir. Düşüncem odur ki Eriş, bu defterlerin ön sayfalarında
adına yer bulabilecek bir yazar olabilir.
Selim İleri’ye göre
öykücülüğümüzde dil devrimini gerçekleştiren sanatçı Memduh Şevket Esendal’dır.
O, öyküleri dergi ve gazete köşelerinde kalmasına rağmen ilk kez dili yapay bir
edebiyat dili olmaktan kurtarmış ve yalın söyleyişle gündelik konuşma dilini
öyküye adapte ettirebilmiştir. Esendal
öykücülüğünde güçlü bir söyleyiş göze çarpar. Okur, yazarın hangi yazımsal aşamalardan
sonra bu noktaya eriştiğini duyumsamaz. Bu yönüyle Esendal ile benzeşen
Mahir Ünsal’ın iki seçkide yer verdiği öykülerinde, pürüzlü, takılı kalmış
noktalarla karşılaşmıyoruz.
Çocukluğunu seksenlerin
sonu ile doksanların başında Balıkesir’in taşrasında (Bandırma, Erdek …)
yaşamış biri yazar olan Mahir Ünsal Eriş, hem edebiyatımızda yeni yeni yer
almaya başlayan doksanların Türkiye’sini ele alması hem de taşrayı taşradan
bakarak başarılı bir biçimde anlatan genç yazarlardan biri olmayı başarması bakımdan
öne çıkıyor. Doğrusu hemen her yazar eserlerinde çocukluk yıllarının bilinçaltı
zindanlarına uğrar. Mesela Ömer Seyfettin hamasi diye adlandırılabilecek
öykülerinde dahi sokaklarında yürüdüğü Gönen’i okura duyumsatır. Öyle ki Sait
Faik Armağanı ödül töreninde Doğan Hızlan’ın Sait Faik’le Mahir Ünsal’ı ruh
ikizi olarak gördüğünü belirtmesine nazire edercesine demeli ki: Eriş
hemşehrisi Ömer Seyfettin ile Sait Faik’ten çok daha büyük ortaklıklara
sahiptir. Bu ortaklık yalnızca çocukluklarının geçtiği Balıkesir taşrası değil,
öykülerini kurgularken kullandıkları yöntemlerdir de. Lafı uzatmadan eklemeli: Çağdaş
öykücülerden Füruzan’da, Vüsat O. Bener’de söylediğim çocukluğa yolculuk daha
net gözlemlenebilir. Özellikle Vü’sat O.
Bener sıradan, gündelik olguların ardındaki yaşantı zenginliklerini,
bilinçaltında tıkalı kalmış yaşama parçalarını belirtir öykülerinde. Konuyu
anlatışta (kimi zaman konu ötesine varan bir anlatış bu) betimleme yoluyla,
alışılmış öykücülüğün dışına çıkartır.[3]
Eriş’in öyküleri okuru bir
çırpıda saran ve asla yormayan naif dilinin yanı sıra doksanlı yılların
taşrasını yaşatması bakımından da önem arz ediyor. Yukarıdaki alıntıda yer alan
ve günümüz okuru ile öykünün arasını açan “konu ötesine varan anlatış” arayışı
Eriş’in öykülerinde bulunmamaktadır. Bu yazarın daha geniş kitlelerce
okunmasını ve öykünün sokağa taşınmasını kolaylaştıracaktır.
Her kuşağın önemli toplumsal
travmalara şahit olduğunu söyleyebiliriz ancak doksanlı yılların Türkiye’si ne
Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki zihniyeti, ne de ellilerde geneli çiftçi olan
taşralı emekçilerin yaşam tarzını bünyesinde barındırır. Serbest piyasa
ekonomisi ile küreselleşen dünyaya uyum sağlama adımlarını yeni yeni atan
ülkede darbe sonrası hakim olan apolitik hava, aynı dönemde çocuk ve genç olan
bireyleri derinlemesine etkilemiş; televizyonun toplumların yapısına etkisi
iyiden iyiye görülmeye başlanmıştır. Sokaktan odalara tıkılmanın arefesi
yaşanmaktadır. Bu dönemin çocuğunun bir gözü mahalledeyken bir gözü
televizyondadır artık. Bu çerçeveden
bakıldığında Mahir Ünsal Eriş’in öyküleri bahsi geçen döneme ışık tutan ilk
başarılı örneklerdendir. Onun öyküleri okuru Marmara’nın kırsalında, kıyı
kahvelerinde, ilçe düğünlerinde, otostopla seyahati yeni yeni tanıyan genç
dimağlarda dolaştırır.
Bütün bunların ışığında Eriş’in iki öykü
kitabına sığdırdığı kırka yakın öyküyü çok önemli bulduğumu belirtmeliyim.
Haldun Taner’in ellili yılların Türkiye’sinde büyük kentin hastalıklı ürünü
sonradan görme zenginlerini yansıtması, Orhan Kemal’in toplumda sürüp giden
ekonomik çatışmaları ve sınıfsal farklılaşmaları işaret etmesi, Sabahattin
Ali’nin acımasız, yüreksiz, insanlıkdışı yöneticilerin karşısına toplumun dört
bir yanından kopup gelmiş kumpanya tiyatrolarını, şarkıcı kadınları, değerleri
horlanmış erkek oyuncuları, hatta ezilmiş fahişeleri çıkarması ne ise Mahir
Ünsal Eriş’in okurun masasına doksanlı yıllarda önceki on yılın travmalarını
tamire uğraşan Anadolu taşrasını taşıması o derece değerli bana kalırsa.
Mahir Ünsal Eriş, seksenli
yılların başında dünyaya gelmiş ve çocukluğunun izlerini otuzundan sonra-geç mi
kalmış buna zaman karar verecek- kaleme
döküp okura ulaştırabilmiş bir yazar. Doksanlı yılların konjonktürünü kendince
yansıtan çağdaşı meslektaşlarından farklı olarak Eriş’in üslup bakımından
özgünü yakaladığını belirtmem gerekir. Yazarın özgünlüğü pek tabii aynı dönemde
eserler vermiş, kesit öyküsü geleneğine uyarak olabildiğince kısayı ve yoğunu
arayan bunu yaparken bilinçaltının dışavurumunu gerçekleştiren yazarlar gibi
değil de klasik öykücülüğün kurallarından çekinmeyip olanı olduğu gibi, diğer
bir deyişle samimice dile getiren bir yazar olmayı tercih etmesindedir. Söylediğim
husus ilk kitabı “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde”den ziyade Sait Faik Hikâye
Armağanı’na layık görülmüş “Olduğu Kadar Güzeldik”te daha da belirginleşiyor.
Bu ikinci kitap sonrakiler adına okura büyük umut veriyor.
Bir yazara işini öğretmek,
eserlerinde kullanacağı dili ya da mekânı dikte etmek haddimize değil ancak
Eriş’i bekleyen en büyük tehlike içine düştüğü tekrarlar. Öykülerinin tamamına
yakını birinci kişi anlatımına sahip. Anlayacağınız “kahraman bakış açışı”
tekniğinden vazgeçmiyor yazar. Yazar bir Çin kıssası- “Kurbağalar gökyüzünü kuyunun
ağzından görünen kadar sanırlarmış.” ile duruma açıklık getirmeye çalışsa dahi
hikâyelerinin belki de var olma sebebi olan Balıkesir ve taşranın öykülerinde sürekli
yinelenmesi ile benzer bir tehlikeye daha adım atıyor. Bunların çokça tekrar ediyor oluşu öyküleri
anı türüne yaklaştırıyormuş gibi geliyor bana, bunun da yazarın yazın
dünyasındaki diğer çalışmalarında bir kısırlığa neden olabileceğini
düşünüyorum. Yazar o kuyunun suyunda daha uzun beklememeli ve kuyudan dışarıya
sonraki öyküleriyle sıçrayabilmeli.
*Yazı daha önce sanatlog.com sayfasında yayımlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder