İki haftadır ara vermeden yağan kar, sabah vakti semte rahat vermese dört günlük menemen diyetine bir bölümü küflenmiş çavdar ekmeğini temizleyip sert tulum ve acı siyah zeytini katık yaparak devam edebilirdi. Akşamları hayatta kalmak için tercih ettiği tek şeyin çubuk makarna oluşu ve son paketi dün gece halletmesi de evden dışarıya adımını atması için yeterli bir bahaneydi hâlbuki. Her şeye rağmen canı insan içine çıkmak istemiyor, sömestrin başladığı günden bu yana memleketine dönmeyi reddettiği gibi arkadaşlarının görüşme tekliflerini de yanıtsız bırakıyordu. Onu kendi elleriyle ördüğü bu zindana yani Menekşe Apartmanı’ndaki her geçen gün iyiden iyiye metruklaşan bu daireye hapseden kuvvet, yalnızca şehri bembeyaz miğferler takınmış haşmetli bir ordu gibi kuşatan kar olamazdı. Bir hafta önce yaşadıkları tartışma gözünün önünden gitmiyor, söylediklerinden ötürü pişmanlık duyuyordu. Çiğdem’e söylediği son sözlerin ağır kaçtığı ortadaydı. Kıskançlık ve alkol el ele verdiğinde kalbini değilse de dilini ele geçirebiliyordu. Ağzından çıkıveren sözlerin, elinin ayarı olmayan şakacı bir delikanlının tokadı gibi muhatabının suratına indiğini düşündü. Gücünü kağıda aktarıp bir şeyler karaladığında karşısındakini hiç acımadan yerle yeksan edebileceğini iyi bildirdi. Aynı dil, aynı parmaklar Çiğdem’i bir bahar akşamı tebessüm ettirip, hüzünlerini bir parça aşkla değiştirmeye ikna etmemiş miydi zaten? Günler sonra ilk kez gülümsedi. Düşündü: İnsan zihni hatırlamayı yoksa unutmayı bildiği için mi mucizeviydi? Üç aydır aynı evi paylaşıyorlardı. O gidince ev eksik kalmış, evin duvarları yankılanacak bir tek kahkaha dahi bulamamaktan mahzun olmuştu. Böyle günlerde gitarına ve şövalesine sığınırdı. Önceki gece sabaha dek şövalenin önünde durmuş, fırçasıyla tuvale can vermeye çalışmıştı. Resmin mükemmel olması için renk uyumuna özen göstermek, oluşturduğu kompozisyona neler katabileceğini düşünmek ona terapi gibi geliyor, sıkıntılarından bir süreliğine de olsa uzaklaşıyordu. Aynaya baktı. Gözü pek iyi görünmüyordu. Gözündeki kılcal damarlardan biri çatlamış, gözünün beyazına kan oturmuştu. Canı sıkkınsa ve resme durmuşsa gözü mutlaka bu hale gelirdi. Gitarına davrandığı gecelerdeyse kâbuslar görür, sabaha sayıklayarak uyanırdı.
Çiğdem’e
“Akdeniz’in küçük bir kasabasında deniz yoksulu olarak büyüdüm.” dediğini
hatırladı. Çiğdem’se, Bozcaadalı bir deniz kızıydı. Kendisi için “Esrik
kasabanın eksik kızıyım” derdi. Denizde doğmuş, denizde büyümüştü. Aynı deniz
onu babasından etmişti. Birbirlerini tanımalarını ve sonrasındaki
birlikteliklerini bozkırlara taşan sokakların denizlere çıkmasına benzetirlerdi. Doğup
büyüdükleri coğrafyadan olsa gerek kendisi ne kadar hırçın, keskin ve
alıngansa; Çiğdem o denli naif, sevecen ve kadirşinastı. Çiğdem’in kendisinde
bir babanın çatık kaşlarını ve şefkatini aradığını duyumsayabiliyordu.
Bir sigara
daha… Üst üste dördüncüsünü yaktığı şu sigarayla henüz çocukluk günlerinde
tanıştı. Tütünün kokusu ne kadar iştahını kabartırsa kül tablasından yayılan
kesif koku o kadar midesini bulandırırdı. Midesi yine bulanmıştı işte. Öksürmeye
başladı. Öksürdükçe öğürüyor, öğürdükçe boş midesini alt üst eden eden her ne ise ağzına doluyordu. Aç karnına içtiği sigaraya bakıp tiryakiliğine küfretti.
Öksürmekten gözleri yaşarmış, odanın ortasında iki büklüm yığılıp kalmıştı.
Odaya şimdi biri girse bu salya sümüğe bulanmış yüzüyle üzüntüsünden hüngür
hüngür ağlayan bir adamla karşılaştığını düşünecekti. Öksürüğü kesilince gözü
odanın köşesinde son boşlukları tamamlasın diye Çiğdem’in o küçük ve beyaz ellerini
bekleyen yapboza kilitlendi. Aklına Çiğdem’in ilkin ellerine vurulduğu geldi.
Elleri hakikaten bembeyazdı. O kadar beyazdı ki Çiğdem’e ellerinin bu kadar
beyaz olmasından korkuyorum derdi. “Ellerin, ellerin ve parmakların / Bir narçiçeğini
eziyor gibi / Ellerinden belli olur bir kadın / Denizin dibinde geziyor gibi…” dizelerini
usulca fısıldadı.
Uyuyakaldığını fark ettiğinde ikindi ezanı
okunuyordu. Yapbozda yer yer belli olan
Çiğdem’in çehresine akşamın son ışıkları vuruyordu. Doğum günü hediyesiydi bu
yapboz. Çiğdem geçen yıl gittikleri bir gezide beraber çekildikleri bir fotoğrafı yapboz olarak yaptırmış ve
kendisine armağan etmişti. Bazen saatlerce başında durup bu devasa yapbozu
tamamlamaya çalışıyorlardı. Birden tamamlanması imkansız gibi duran bir
yapbozun başındaymışçasına içi sıkıldı. Çeksem gitsem buralardan, zaten pek iyi
gitmeyen üniversiteyi bıraksam, memlekete dönsem diye geçirdi içinden. Dişlerini
sıktı. “Bu ceza fazla.” dedi kısık bir sesle. Bu ceza fazla Çiğdem! diye bağırdı.
Sesi odada yankılandı. Biri olsun istiyordu yanında, biri olsun ve onu çılgınca
bir şey yapmaktan alıkoysun. Bu terk edilmişliğe dayanamıyordu. Ağlamaya
başladı. Tıpkı bir çocuk gibi hıçkırıklarının esiri olmuştu. Yalnızlığına mı
ağlıyordu? Bir başkası bu halini görmesin diye böyle yalnız kalmak kendi tercihi değil miydi? Çiğdem ya bir daha hiç dönmezse diye düşündü. Nefes
alışverişleri hızlandı. Sehpanın üzerinde duran kül tablasını alıp
duvara fırlattı. Kül tablası duvara çarpar çarpmaz tuzla buz oldu. Her yer cam
kırıklarıyla dolmuştu. Kalan yalnız kalıyorsa giden insafsız değil miydi? Ağlaması
şiddetlendi. Yüzünü avuçlarının arasına alıp yalvarırcasına “Bu ceza fazla!” diye belli
belirsiz bir sesle inledi. Ağlaması birden kesildi. Tüyleri diken diken olmuş, bir daha asla görüşemeyecek olma ihtimalinin zihninden geçmesi kanını
dondurmuştu. Bunca zamandır arayıp sormadığı için Çiğdem’e tarif edemediği bir
öfke duydu. Ağzından küfürle karışık birkaç söz döküldü. Sevmekle nefret etmek
arasındaki o ince çizgide voltalar atıyordu. Pijamasının koluyla, akan burnunu ve ıslanan
gözlerini sildi. Çiğdem’e ulaşmak zorundaydı. Çiğdem iki hafta olmuş ancak eşyalarını almak
için bile eve uğramamıştı. Yoksa başına bir iş mi gelmişti? Bu kez telaşlandı. Pencerenin
kenarında durdu, yeryüzünün bembeyaz bir örtüyle kaplı oluşuna hayret etti. Kaldırımlar, evlerin çatıları, balkonlar,
ağaçların dalları, keresteden yapılma telefon direklerinin kuzey yüzleri karla
kaplıydı. Sokaklar gelip geçen arabalar yüzünden teker izleriyle çamura
bulanmış, yer yer buz tutan kısımlarda kayıp düşmemek için dikkatle yürümeye
çalışan birkaç insan kaldırımlara ayak izlerini bırakmıştı. Bu kısa molanın
ardından Çiğdem yeniden düştü aklına. Onu bir başkasıyla görme ihtimaline dahi
katlanamıyor, bu fikir aklından geçecek olsa midesine ateş topları iniyordu. Daha
önce de tartışmışlardı fakat bu daha öncekilere benzemiyordu.
Midesine iki
lokma girsin diye mahalle bakkalından bir şeyler aldı. Geçen haftadan kalma bir
gazeteye göz attı. Bir şiir kitabını raftan seçip okumaya çalıştı. “Bir gün
seni bırakırım ya / Tütünü bırakmak gibi bir şey olur bu.” dizelerinin altını
çizdi. Arka arkaya iki sigara yaktı. Şiirleri okudukça kendini cezai müeyyidesi
şu karlı günle başlayıp dünyanın sonuna değin bu hastalıklı aşkın esiri olmayla
devam edecek olan bir mahkûm gibi hissetti. Çiğdem’den başka bir şey düşünemez
olmuştu. Özlemi her saniye bir çığ gibi büyüyor, bu büyük yükün altından
kalkamayacağını duyumsuyordu. “Yaratım acıyla beslenir.” diyen amcasını geldi aklına. Gitarını eline aldı. Gitar huzur
kalesinin anahtarıydı. Gitarın tellerine dokundukça yüreğini saran o kapkara
kurumlar dökülüyordu sanki. Dışarıda kar hızını artırmış, cama vuran taneler kendince
bir ezgi tutturmuştu. “Yine kar yağıyor sokaklara” ağzından dökülen ilk dizeler
oldu. Birkaç saat bu yeni şarkıyla uğraştı. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan
gece bastırmıştı. Parmak uçları tellere vurmaktan morarmıştı. İzmarit dolu kül
tablasını burnundan olabildiğince uzak tutarak dolmak üzere olan çöpe boşalttı.
Yeniden öğüreceğini sandı. Bu kez bir bardak su ile öksürük krizini bastırmayı başarmıştı. Salona döndüğünde az önce
hayat bulan şarkının notaları ve bozuk bir el yazısıyla kağıda işlenmiş güfte koltukta duruyordu. Koltuğa oturup sözleri bir
kez daha mırıldandı.
Yerinden
fırladığı gibi pijamasını değiştirip kabanını giydi. Gitarını kılıfına koyup gururunu
portmantonun üzerinde bıraktı. Çiğdem’e gidiyordu. Dağda bir avcı kulübesi
kadar mahkûmdu ona, mecburdu. Hızlı adımlarla apartmandan çıktı. Zamanın ya da
mekânın bir önemi kalmamıştı. Dışarıda kar tipiye dönmüştü. Dikkatli adımlarla
mahalleyi geçip caddeye indi. Son
seferini yapan sarı dolmuşlardan birine yetişebilirse binip karşıya geçecekti. Çiğdem yanına taşınmadan önce yaşadığı
arkadaşının evinde olmalıydı. Caddede araçlar oldukça yavaş seyrediyor, bir iki
polis kaza yaşanmasın diye çırpınıyordu. İleride bir kamyondan belediye
işçileri yola tuz serpiyor, adamın biri yolun kenarında aracının tekerleğine
zincir takmaya çalışıyordu. Tipiye neden olan rüzgar artık kendini iyiden iyiye
hissettiriyor, insanlara evlerinin yolunu tutmasını öğütlüyordu. Uçuşan atkısını montunun içine sokuşturup bir
dolmuşa kendini zor attı. Dolmuşta üç beş insan vardı. Bir süre
tıngır mıngır ilerlediler. Şükür ki kar şiddetini yitirmişti. Dik bir yokuşu
yavaş yavaş çıktılar. Yokuşun başından Boğaziçi köprüsüne doğru manzara bir
araç selini andırıyordu. Gecenin karanlığında stop lambalarından oluşan bir
gelincik tarlasında yüzdüğünü düşünüyordu. Çiğdem’den şu kopasıca dili için son kez
af dileyecekti.
Olmadı. Köprüyü geçip hızla yol alan dolmuş, hain bir virajda şarampole yuvarlandı. Çiğdem haberi gazeteden öğrendi. Kazada ölen gencin cebinden çıkan kağıtta yazanları bütün ülke okumuştu: Uzaklaşıp giden arabaların / Arka stop lambalarına bakıyorum / Biri ben biri sen / Biri yanmıyor biri yanıp yanıp sönüyor…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder