Bir süredir raflarda boy gösteren Bir Küçük Delilik'i sonunda okudum. Arzu Uçar'ı Yaşar Nabi Nayır Ödüllü 'Dış Kapının Mandalı' ile tanımıştım.
Öykü hem kurgusu hem de kahraman kadrosuyla okurun zihninde kolaylıkla yer edebilen bir tür değildir. Okuduğum yüzlerce öykü içerisinde her şeyiyle aklımda kalan çok azını sayabiliyorum. Bu örnekler de genelde 'cins' yazarların (Sait Faik, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket vb.)öyküleridir. İşte Arzu Uçar'ın Bir Küçük Delilik'i, onun öykülerini aynı ödülü alan diğer yapıtlardan farklı bir yere koyduğumu, bazı öykülerinin ve karakterlerinin zihnime işlendiğini bana yeniden hatırlattı.
Kitabın içinde 'Korku' başlığıyla yer alan ve yeni yetme bir öğretmenin köpek fobisine değinen bu öyküyü sanıyorum hayatım boyunca unutamam. Baş karakterin korku nedeniyle yaşadığı duygu değişimlerini, zaman içinde onulmaz bir hastalığa dönüşen korkunun karakterin tüm eylemlerini ele geçirmesini soluksuz okudum. Bir öykü, okuruna öykü kahramanı için dua ettiriyorsa başarılı olmuştur diyebilir miyiz? Aynı hikayenin bir başka kahramanı Ali Hoca'nın köpeklerin saldırısına uğrayıp uğramadığını merak eden bendenize sorarsanız öykü adına böyle bir 'başarılı' tanımlaması kolaylıkla yapılabilir.
Arzu Uçar karakter yaratmadaki becerisini Vatan Haini ve Bir Aşk Meselesi öykülerinde de göstermiş. Bir Aşk Meselesi'nin anlatıcı-başkarakteri 'saplantı' kavramını, içine düştüğü bataklıktan kurtulmak için verdiği mücadeleyi, okurun hiç beklemediği anda yaşadığı aydınlanmayı öylesine güzel öykülüyor ki kendinizi karakterin yerine koymakta hiç zorlanmıyorsunuz.
Öykü, kısa bir yazın türü olduğu için takdir edersiniz ki hacimli eserlerin okuru sardığı gibi sarması kolay değil. Olay yahut kesit tüm ögeleriyle (mekan,zaman,karakterler,kurgu) öylesine yoğunlaştırılarak sunulmalıdır ki okur bir romanı bitirdiğindekine benzer bir sarsılmayı yaşayabilsin; öykü, zihin duvarına kendisini çiviletsin.
Uçar'ın öykülerinde bu sarsıcılığı bulmak mümkün. Bir Küçük Delilik'te yer alan neredeyse bütün öykülerde bu özelliği görebiliyorsunuz. 'Diyelim ki Ben Madonna'yım' tam da böyle bir örnek. Öyküyü bitirdiğinizde yaşadığınız sarsıntı "Öykü kahramanımızın hikâyesi bir romana dönüşseydi de eminim aynı ölçülerde olacaktı." dedirtiyor size. Sözünü ettiğim kahramanımızın - genç kız - bedenine giren yazar onun yaşadığı travmaları tüm benliğimizde hissettirebiliyor. Aslına bakarsanız yazının başından bu yana anlatmaya çalıştığım 'sanatçı yetisi' tam da bu örnekle somutlaşıyor: "Hissettirebilmek"
Bir Küçük Delilik'te yer alan öykülerin tamamında post-modernist izlerini de görmek mümkün. Bazı öykülerin bazı noktalarında absürde ulaşıldığı dahi söylenebilir. Ama bu öykülerin anlamsızlık dehlizine yuvarlandığı anlamına gelmiyor. Benim gibi klasikçi, tutucu bir öykü okurunu dahi içine çekebilen bu postmodernist ögeler Uçar'ın öykülerinin beslendiği kaynaklardan biri sadece. Bir diğeri 'Dış Kapının Mandalı' ile ilgili yazımda da üzerinde durduğum gibi sıradan insanın hikâyesine yaslanmak. Sıradan insanların hikâyelerini, sokağın dilinden uzaklaşmadan anlattığınızda öykülerinize düşsel ögeler katmak bile öykülerinizin inandırıcılığını, etkileyiciliğini ve hepsinden öte samimiyetini azaltmıyor.
Arzu Uçar'ın öyküleri için hiçbir okur dış kapının mandalı değil, hepimize yetecek, hepimizde kalıcı izler bırakacak anlar var. Bu naif öyküleri bir küçük delilik edip okumamazlık etmeyin sakın! Keyifli okumalar.