Dün market alışverişi yapmak için caddeye indiğimde yağmur bulutları ve mevsimine göre soğuk sayılabilecek bir hava karşıladı beni. Tek tük geçen araçlar dışında bomboş kalmış sokaklar eğlencenin dibine vurulmuş bir yılbaşı gecesinin ardından doğan bezgin günü anımsatıyordu. Sokak boyunca yürüdüm. Belki de yıllar sonra ağaçlardan gelen kuş seslerini ne kadar net duyabildiğimi fark ettim. Evlerine çekilen insanların boşluğunu, kuyrukkaldıranlar, kızılgerdanlar, serçeler, kargalar dolduruyordu. İnsanoğlu kabuğuna sığınırken doğa yaşamaya devam ediyordu.
Bizler büyük buhran anları dışında doğa karşısındaki acziyetimizin pek farkına varmıyoruz. Atalarımız tarım toplumları haline gelip bir arada yaşama kültürüne sahip olduğundan beri büyük salgınlarla boğuşmuşlar. Bu salgınlar yüzyıllar boyunca milyonlarca aile için büyük dramlar yaratmış. Bu dramlar tarih kitaplarının ancak kıyısında köşesinde kendilerine yer bulabiliyor. Doğruyu söylemek gerekirse ben de tarihin gördüğü en büyük salgınlardan birini yani milyonlarca insanın ölmesine neden olan 'İspanyol Gribi'ni yaşadığımız bu korkunç süreçte tanıdım. Oysa bu büyük insanlık felaketi günümüzden yalnızca yüz yıl önce yaşanmıştı. Birinci diye sınıflandırdığımız o zalim savaşın hemen ardından.
Otuz sekiz yıllık şu kısa hayatımda bizzat tanık olduğum felaketleri düşündüm sonra. Bizzat derken yalnızca ekran karşısında yaşadıklarım tabii. Bir nükleer patlamaya, onlarca savaşa, depremlere, salgınlara, devasa terör saldırılarına, darbe girişimlerine ekranın diğer yanından baktım. Bugünse pek çoğumuz gibi felaketin kirli nefesini ensemde duyumsuyorum.
İnsanlık tarihi içinde nasıl konumlandırılabileceğini bilemediğim COVİD-19 salgını, benim ya da sevdiklerimin kapısına dayanınca hissettiğim endişenin bugünlerde bu yazıyı okuyan ya da okumayan herkesin ortak duygusu olduğu ortada. Bu kez yalnızca ekran karşısında yaşananları izleyip insanlık adına kaygılanmıyoruz. Bizlere duyurulan istatistikler içinde yer alma ihtimali günbegün varlığını sürdürdüğü için insana özgü bir kaygı duyuyoruz. Bunu yaşanan depremin ardından insanların çaresizliğine üzülüp kurduğumuz empati ile karıştırmamalı. Bu, aniden gelen bir felaketin yaşattığı travmanın daha ötesinde bir gerilime neden oluyor. Devam eden süreç korkuya korku katıyor. Belirsizlik ve bekleyiş...
Çoğu zaman zehir kendi panzehirini de yaratır. Aslına bakılırsa bu salgında da öyle. İnsanları içinden çıkılmaz bir korkuya iten belirsizlik ve bekleyiş bir nevi panzehir de kabul edilebilir. İzole olup beklemek, evden çıkmamak... Salgını temiz bireylere taşıyan zincirin bir parçası olmamak... Bazen harekete geçmekten daha iyi işler vardır. Bugün yapabileceğimiz hayati iş aslında bu: Evlerimizde kalıp beklemek.
Sağlıkla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder