23 Aralık 2015 Çarşamba

YAZDIM: YENİ YAŞ NAZİRESİ

YENİ YAŞ NAZİRESİ

Sanma hüzünle uzlaşmışım
Acı tatlı yaşananlardan
Bir adım daha uzaklaşmışım
Son diye koyduğum noktalarda
Yaşımla sarmaş dolaşmışım.

Her yaş onlara daha bir benziyorum
Şu disiplini başucu kitabı yapanlara
Aynı öğüdü vermekten beziyorum
Aynı şeyleri yapan çocuklara
Eski fotoğraflarımmış gibi bakıyorum.

Yirmi üç Aralık bin dokuz yüz seksen iki
Belirsizliğe çığlık attığım günde
Aşkları görseydim zulümleri belki
Gelmezdim değil ama durmazdım önde
Beklemezdim zalimleri

O kadar hızlı geçmiş ki günler
Daha dün gibi kadeh kaldırışım bahara
Bu en sevilen filmi izlemeye benzer
Bir çırpıda okunan romana
O kadar hızlı geçmiş ki günler

Bugün az daha yakınlaştım ebediyete
Dudaklarımda ne bir heyecan ne bir haz
Fazla sürmez diye girdim bu diyete
Acılar az olsundu derdim, kırgınlıklar az
Yıllar bakmıyor işte niyete.

16 Aralık 2015 Çarşamba

İZLEDİM: ŞAHANE DÜĞÜN

Devlet tiyatrolarında izlediğim ikinci komediden de büyük bir keyif alarak ayrıldım. Önceki oyun yani Bir Daha Çal Sam'de Ozan Yıldırım'ın muhteşem performansıyla coşmuştum. Dün geceki oyun da Bir Daha Çal Sam gibi yerli ürünü değildi. Şahane Düğün Robin Hawdon'un bir oyunu imiş ve pek çok özel tiyatro bu oyunu sahnelemiş.  Yönetmen Metin OYMAN oyunu yönetmiş. Konak sahnesindeki bu harika komedi için son birkaç gününüz, şansınız varsa sonraki dönemde yeniden sahneye konabilir.
 
 
Oyunun konusu özetle şu şekilde: "Londra’nın  dışında  bir taşra oteli,  yeni  bir hayata  adım atmak üzere  evlilik törenine hazırlanan  genç bir çift, hazırlıkları takip eden yakın dostları, gelinin annesi ve hayatlarına bir anda giren beklenmedik misafirler ile olaylar… Evlenmek için seçtiğiniz kişi “doğru insan” değilse ne olur? Peki ya “doğru insan”  tam düğünden önce karşınıza çıkarsa? İşte bu sorular kahramanlarımızı içinden çıkılmaz gibi görünen sorunların, eğlenceli bir dolantının ortasına sürüklüyor, kahkahalarımızı tutamayacağımız bir dizi komik olay ustaca bir kurguyla sahneye taşınıyor…"
 
Oyundan ve oyunculuklardan biraz bahsetmek gerekirse öne çıkan isimler olarak başkahraman Serkan Kunter'i ilk sıraya almalıyız. Oyun boyunca jest ve mimikleriyle yaptığı hatayı kapatmak için çırpınan saftirik damatı çok iyi sahneliyor Kunter. Oyunun replikleri yabancı bir senaryondan çevrildiği için oyuncuların tamamı bir Amerikan yapımı sitcomda oynuyorlarmış gibi performans sergiliyorlar.
 İzleyenlerin Baba Ocağı dizisinden hatırlayacakları Mustafa Şen de damadın talihsiz sağdıcı rolünde oldukça başarılı olmuş. Konak sahnesinin oyun için hazırlanışından hiç bahsetmeyeceğim. Diğer bütün oyunlarda da sözünü ettiğim üzere sahne profesyonelce hazırlanıp sahnede de böylesine deneyimli isimler olunca oyundan aldığınız keyif iki katına çıkıyor.

Oyundaki 4 bayan karakter de talihsiz sıfatıyla anılabilecek durumda. Başkarakter Reachel, Tom'un sevgilisi Judie, otel hizmetçisi Julie ve gelinin annesi. Hepsi de ya erkeklerden ya da erkeksizlikten yakınmakta. Başkarakterimiz aldatılan Reachel'ı Işın Karakan Yıldız oynuyor ki bence Serkan Kunter ve Mustafa Şen ile sahnede parlayan üçüncü isim kendisiydi. Tüm bu karmaşaya neden olan Judie'yi ise Ceyhan Gölçek canlandırıyordu. Hem dizilerde hem de başka oyunlarda gözlemlediğim kadarıyla genellikle oyunun bir adım önüne çıkan Gölçek'ten aynı performansı göremediğimi belirtmeliyim.

Oyun İzmir'de sahneye konmaya bir süre daha devam edecek. Elinizi çabuk tutsanız iyi olur çünkü kemikleşmiş bir izleyici kitlesi var İzmir'de ve Konak sahnesinin koltukları inanın hiçbir zaman boş kalmıyor. İyi seyirler



SEYAHATNÂME: ANTAKYA-SAMANDAĞ



Adana'ya inmeden uçsuz bucaksız Çukurova'ya bakıp üstâdın "aşk geniş ovalar arar" sözünün ne manaya geldiğini anladım. Çukurova yöresinin aşkla dolu eserler veren nice sanatçı yetiştirmesinde coğrafyanın etkisi yadsınama diye düşündüm.
İçinden nehir akan bir şehrin insanı olmadığımdan Hatay da (Antakya) Adana da bana farklı geldi. Buna benzer bir durumu Eskişehir'de yaşamıştım ama buraların nehirleri daha görkemli akıyor belirtmeliyim.
Hatay'a kiraladığımız araç vasıtasıyla yaklaşık iki saat süren yolculuğun ardından vardığımızda bizi çok da küçük olmayan bir Akdeniz şehri karşıladı. Bavullarımızı Antakya öğretmen evine yerleştirdik. Bu bölgeyi dolaşmak isteyenler için kesinlikle oldukça güzel bir dinlenme noktası öğretmenevi. Başka şehirlerle kıyasladığımızda pek çoğuna göre daha temiz ve lükstü diyebilirim. Bavulları bıraktıktan sonraki ilk iş karnımızı doyurmaktı keza soluğu " Saray Sofrası " adlı mekanda aldık. Yörenin enfes yemeklerini tattık. Buraya gelenlere yörenin en meşhur yemeklerinden tadımlık bir tabak hazırlıyorlar. Böylece her birinden doyumluk olmasa da tadımlık denemiş oluyorsunuz. İşte size denemeden dönmeyin diyebileceğim birkaç lezzet: 
  • Yoğurt aşı çorbası
  • Oruk (İçli Köfte)
  • Kaytaz Böreği
  • Kabak Tatlısı
  • Humus/Zahter vb.
Camiler ve minareleri bizi sadece Akdenizli bir şehrin sokaklarında değil Arap esintili bir kasabanın yollarında da yürüttü diyebilirim. Şehirdeki kozmopolit yapının büyüleyici olduğunu da eklemeliyim. Antakya'nın daracık sokaklarında yürürken 21.yüzyılda değil de 200 yıl öncesinin bir Arap şehrinde dolaştığımızı hissettim.
O daracık sokaklar ve bu sokaklarda oynayan çocuklar beni çocukluk günlerime götürdü. Arap esintisi Uzun Çarşı'da da devam etti. Burnu yakan baharat kokuları, kebaplarını öven kasaplar, künefe hazırlayan ustalar ve üstü kapalı cıvıl cıvıl bir çarşı...

Antakya'ya gelen herkesin isteyeceği gibi biz de yörenin meşhur künefesini yerinde denemeyi arzuluyorduk. Yolculuk öncesinde yaptığımız araştırma bizi tek bir adrese yönlendirdi: Yusuf Usta. Tarifler bizi çarşının şadırvanı andıran bir bölümünde devasa bir palamut ağacının dibinde mütevazı bir dükkanın önüne çıkardı. Dükkanın masalarında oturacak yer olmadığı için ağacın kenarına kurulan sedirde bir süre bekledik. Zorlukla kendimizi künefe bekleyenlerin arasına attık. Künefe lezzetsizdi dersem yalan söylemiş olurum sadece İzmir'de fırında pişen kıtır kıtır künefeler gibi değildi. Odun ateşinde yavaş yavaş piştiği için bütünü değil de parça parça kızaran bir künefe yedik. Yusuf Usta'nın da bu işin piri olduğunu anladık.
İlk gün şehrin en önemli noktalarından biri olan mozaik müzesini gezmek istediğimizde aldığımız cevap ne yazık ki bizi üzdü. Müze yeni müze alanına taşınıyordu. (Şu anda oldukça büyük ve modern bir mozaik müzesine sahipler) Her şeye rağmen eski müzede kalan eserleri görmek adına ertesi günü yani pazar gününü beklemeye karar verdik.
 
 

Bu işler biter bitmez bizi ikinci bir hüsran bekliyordu. Şehrin girişinde yer alan St. Pierre kilisesi -ki restorasyonu bitmiştir mutlaka görmelisiniz- restorasyondaydı. İçeri girmemiz ne yazık ki imkansızdı ve biz de rotamızı değiştirip Harbiye Şelâlelerine doğru yola koyulduk.
Şehrin hemen dışında yemyeşil bir vadiye kurulan tesisleriyle Harbiye, şırıl şırıl akan suyun ve kısa süre çiseleyen yağmurun tadını duyurdu bize. Burası adeta bir doğa harikası olarak akşamüzerinin bütün kokularını taşıyordu. Yağmur'dan sonraki toprak kokusu da bunlardan biriydi. Orada akşamı ettik ve biraz da oburlukla geceyi Saray Sofrası'nda tamamladık.

Ertesi günkü rotamızı uygulamadan önce sabahtan eski müzeyi gezdik. Harika mozaikler ve yeni müzeye taşınan diğer ürünlerin varlığı bizi heyecanlandırdı. Bir ümit açılmak üzere olan müzeye girmeyi denesek de yetkililer buna izin vermediler.

Şehir merkezine dönünce listemizde bulunan Affan Kahvesi'ni aramaya koyulduk. Burada yörenin meşhur tatlılarından biri olan "Haytalı"dan tadmayı arzuluyorduk. Tattık da. Açıkçası nişasta üzerine dökülen gül şurubu çok da lezzetli bir sonuç doğurmamıştı. Adana'da "Bicibici" olarak bilinen bu tatlı Antakya'da Haytalı olarak sunuluyordu. Affan Kahvesi ise 80 yıllık bir işletme olarak görülmeye değerdi.

Zamanımız azdı yine yollara revan olduk ve Samandağ ilçesine doğru yola çıktık.
 
Yolumuzun üzerinde St. Simon Kilisesi'ne uğradık. Hava yazı andırıyordu. Etraf yemyeşildi. Çıktığımız yer deniz seviyesinin üzerinde olduğundan  buradan Ortadoğu ile Akdeniz'in kesiştiği noktayı ufukta görebiliyordunuz.
Samandağ bölgesine ulaşınca varmayı amaçladığımız yer Titus tüneli oldu. Burası oldukça uzun bir sahil şeridinin hemen kenarında muhteşem bir insan yapısıydı. Roma döneminde yapılmış dev bir tüneldi Titus. Benzerini Fethiye'de Saklıkent kanyonunda gezdiğimiz bir yerdi. Düşünün ki burası insan elinden çıkmış bir su yoluydu.  Zorlu yolları yürüyerek aştık, yapının içindeki odaları ve mezarları gezdik. Daracık keçiyolları boyunca uzanan insan yapımı su yollarını keyifle takip ettik.

Buradan çıkınca sırada Hıdırbey köyüne yolculuk vardı. Hıdırbey köyü Hz. Hızır'ın geçtiğine inanılan bir köydü. Köyün meydanında yer alan devasa ağaç da Hz. Hızır ve Hz. Musa'nın buluştuklarına inanılan ağaçtı. http://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/hatay/gezilecekyer/hidirbey-musa-agaci-efsanesi  Yol üzerinde Türkiye'nin tek Ermeni köyü Vakıflı'ya uğradık. Burası oldukça virajlı yolların sonunda sizi karşılayan şirin bir Ermeni köyüydü. Köyün tıpkı Hıdırbey Köyü gibi turistik oluşu dikkatimizi çekti. Burada Vakıflı'nın adını hatırlamadığımız salçalı ekmeklerini tattık.

Artık dönüş yoluna geçmeye, Antakya üzerinden Adana'ya ulaşmaya gelmişti sıra. Adana'ya geçmeden Antakya içinde yer alan Sveyka Restoran'da meşhur Kiraz Kebabı'nı ve Kaytaz Böreğini tattık. Yaklaşık 3 saatlik bir yolculuğun ardından Adana'daki uçağımıza yetiştik.

Antakya'yı doya doya dolaşmak bütün yemeklerinin tadına bakmak için 2 gün yeterli olmayabilir ancak biz az zamanda çok yer dolaşıp bu işi kotardık. Antakya'ya İzmir'den Pegasus'la direkt uçuşlar var diye biliyorum. Değilse de Adana'ya inip araç kiralayarak yukarıda saydığım pek çok şeyi görebilir, o bölgenin kozmopolit atmosferini teneffüs edebilirsiniz.







15 Aralık 2015 Salı

SEYAHATNÂME

Her insan gibi ben de yetişkinliğe geçiş döneminde hayatı(mı) sorgulamış kafamdaki soru işaretlerine pek de tatmin edici cevaplar bulamamıştım. Yaşamın kontrol edilemez oluşu, zamanın akıcılığı, çekilen sıkıntıların anlamsızlığı, ülke şartları ve tabii ki hormonların tavan yapışı aradığım cevapları görmemi de engellemişti. Hâlâ soru işaretlerimin tamamına cevap bulabilmiş değilim, diğer bir deyişle soru işaretlerine cevap arama derdinde değilim. Sadece zaman adı verilen hamurdan daha lezzetli, daha değerli ürünler nasıl çıkarabilirim bunun peşindeyim. Bunun formülü sanırım,(sağlığı her şeyi önünde tutarak) yemek, içmek, okumak. Bunların yanına son birkaç yılda yapabildiğince çok gezmeyi koydum. Gezmek, farklı kültürleri yerinde tanımak dünyayı daha anlamlı kıldı, formüldeki bir eksikliği giderdi diyebilirim. 
 
Güzel de bir alışkanlık kazandım gezmenin yanında. Gezerken gördüklerimi, yaşadıklarımı kronolojik sırayla yazma alışkanlığı edindim. Bir "seyahatnâme" oluşturdum kendimce. Küçülen dünyada başka insanlar için pek manası olmasa da kendi vakanüvistliğimi yaptım diyelim. Gezdikçe yazmaya devam edeceğim, buradan da paylaşacağım yazılar olacaktır elbet. Bloguma bir de "Gezdim" mottosu ekleyeceğim, birkaç kişiyi gezdiğim yerler konusunda heveslendirebilirsem ne âlâ diyeceğim.
 
 

30 Kasım 2015 Pazartesi

DÜŞÜNDÜM: EDEBİYAT DERGİLERİ VE DİJİTAL YAYINCILIK

Edebiyat dergileri ile ilgili tabuya varan hassasiyetlerim vardı eskiden. En amatöründen en popülistine, en ideolojik olanından en apolitiğine laf söyletmez, değerlerinin yüceliğini her fırsatta dile getirirdim. 2004-2005 yılları arasında amatör diyebileceğimiz bir derginin(6 sayı çıkabildi) edebiyat editörlüğünü de üstlenmiş olan bendeniz için edebiyat dergilerinin değeri hâlâ aynı. Dergiciliğin ne kadar zor ama bir o kadar da keyifli olduğunu bilirim. Sanatçıların hayatında nasıl bir yere sahip olduklarına, onların edebiyat dünyalarını ne kadar etkilediklerine zaman zaman şahit olurum.  Orhan Veli'nin 'Yaprak' için neler çektiğini, Cemal Süreya'nın 'Papirüs' için nelerden vazgeçtiğini, Necip Fazıl gibi bir üstâd için bile dergilerin nasıl geçim kapısı haline geldiğini okumuşluğum var.  Ancak edebi ürünlerin paylaşımı hususunda  klasikçi ya da diğer bir deyişle gelenekçi olmaktan vazgeçtim. İnternet aleminin kirli dünyası içinde dahi olsa ürünlerin kitleye ulaşmasında tanıtımı iyi yapılabilmiş web platformlarının artık daha başarılı olduğu ortada. Bu web platformları kişisel bloglar ya da ürün paylaşımında bulunulan forumvari siteler.
Eserlerini dergiler yerinde web platformunda yayımlayanların genel şikayeti yanılmıyorsam okuyan kitlenin entelektüel seviyesi. Bu konuda haksız sayılmazlar. Yermek, rencide etmek için söylemiyorum ancak malum gazetelerin kültür sanat (!) sayfaları için  şiirler gönderen şairlerle, yazarlarla aynı platformda yazmak, zaman zaman onların olumlu olumsuz yorumlarına maruz kalmak dergilerin hâlâ edebi çevrelerce katbekat değer görmesinin başlıca sebebi. Dergilerin maddi birer gerçeklik olarak elde ele dolaşması, kokularının, görüntülerinin gerçek oğlu gerçek olması da onları hâlâ internetin bir adım ötesine taşıyor.
Somutlaştıralım: Kelebeğin Rüyası filmini izleyenler bir şair ya da yazarın bir eseri bir dergide yayımlandığında yaşadığı sevince tanık olmuşlardır. 1940'lardan 1990'ların sonuna kadar bu his eminim hiç değişmedi. Keza şiirlerimin bir dergi -düzeyi ne olursa olsun- tarafından kabul edilmesinde yaşadığım gururu pek çok keyifle değişmem. Her şeye rağmen şunu ortaya koymalıyız ki 2000'lerde yaşantımızın içine iyice yerleşen internet kavramı ve beraberinde gelişen sosyal medya platformları, dergileri alternatifsiz edebi sahneler olarak gören kitle adına öyle ya da böyle  bir seçenek oluşturdu.  Ben o seçeneğin gücüne inananlardanım. Pek çok yazım ya da şiirim internet ortamında yayımlandığı için dergiler tarafından reddedilse de ben eserlerimi bu platformlardan da yayımlamaya devam edeceğim. Hem ben yukarıdaki bahsettiğim kadar ön yargılı yaklaşmıyorum olaya. Maddi bir beklentim olmadığı için daha çok insana-entelektüel seviyesi ne olursa olsun- ulaştırabildiği için blogları edebiyat dergilerine tercih ediyorum. Gün gelecek yazar ve şairler üzerine yapılan incelemelerde sanatçıların dijital yayıncılık alanında verdiği ürünler, bu platformlarda sarf ettiği sözler de değerlendirilecek, diyorum. 
Telif hakları ve eserlerin güvenle satışının sağlanmasıyla birlikte  roman, öykü gibi türlerde eser verenler de netteki paylaşımlarını artıracaklardır. Yanlış bilmiyorsam akıllı telefonlar ve tabletlerden takip edilebilen bir uygulama vasıtasıyla romanlarını ve öykülerini  kitlelere okutmuş, ünlenmiş sonrasında kağıda geçmiş pek çok genç yazar mevcut. Anlayacağınız  dijital edebiyat kolu diye sınıflandırabileceğimiz  bu çevre, üzerine akademik çalışma yapmayı hak eden bir çizgiye ulaşmak üzere. (belki de ulaşmıştır.)

25 Kasım 2015 Çarşamba

OKUDUM: EKMEK ARASI

Kitapta beni saran yanları yazmadan şunu belirtmeliyim sanırım. Bu blog çağın günlüğü. Elinizde olmayan ve bir gün günlüğünüz yandı diye birinin sizden özür dileyebileceği, hakkında bütün riskleri kabul ettiğiniz bir günlük bloglar. O nedenle okuduğum kitapları, gezdiğim yerleri, yediğim yemekleri hem kendi adıma kataloglamış hem de ihtimal birilerinde merak uyandırmış olmanın keyfini yaşıyorum.

Charles Bukowski'nin Ekmek Arası'nı birkaç kişiye okutabilirsem ne âlâ. CB'nin okuduğum tek kitabı Ekmek Arası. Açıkçası yazarı okuma isteğim değerli yazar Sıtkı Silah'ın katkılarıyla oluştu. Ekmek Arası, resmen ilan edilmemişse de bir yazarın ilk ergenlik ve son ergenlik diye tabir edilebilecek 14-22 yaş arasını anlatıyor. Ortaokul ve lise yıllarında kahramanımızın duygu dünyasının nasıl değiştiğine şahit oluyorsunuz. Bu anlamda otobiyografik bir eser Ekmek Arası. 

Kitabı okumaya başladığınız andan itibaren fena sayılmayacak bir Amerikan dram filmi içinde buluyorsunuz sanki kendinizi. 1930'lu yıllarda Amerika'da geçiyor. Yoksul bir aile, sorunlu ebeveynler, sorunlu bir ortamda fiziksel yanı ve bozuk psikolojisiyle cebelleşen bir ergen erkek. Arkadaşlıkları, karşı cinsle münasebeti, yazarlık yanının gelişimi ve daha pek çok şeyi diğer bir deyişle bir yazarın doğuşunu okumaktan keyif alacakların asla kaçırmaması, atlamaması gereken bir kitap Ekmek Arası. 


24 Kasım 2015 Salı

İZLEDİM: BİR GARİP ORHAN VELİ

Üst üste oyunlar izlemenin keyfini yaşadığım şu günlerde İzmir sahnelerinde 2007'den bu yana neredeyse kapalı gişe oynayan Bir Garip Orhan Veli ile zirve yaptım. İlk kez 2008'de izlediğim bu harika şiir dinletisini 8 yıl sonra yeniden izlemek oyundan aldığım hazzı inanın bir nebze olsun eksiltmedi.

Böylesine devasa bir şiir ustasının hayatını şiirleriyle sahneye koyabilecek kişi hiç kuşku yok ki bir şair olmalıydı. Oyunu izlerken Murathan Mungan'ın kulaklarını çınlattım ve şükranlarımı evrenin derinliklerine yolladım.

Orhan Veli'yi gözümüzde canlandıran adam Tayfun ERASLAN 8 yıl önce ne ise yine oydu. Bir adam hiç mi yaşlılık belirtisi göstermez, hiç mi enerjisinden bir şeyler kaybetmez.

Oyunu ilk izlediğim yer dekoru Konak sahnesi kadar kusursuz kılmamıştı. Tek kişilik bir dinleti için oldukça hareketli, izleyeni şiirlerin içine çekebilen bir sahne tasarlanmış. Işık oyunları, efektler ve sahnede pek sık görmediğimiz sürprizler izleyene şiirdekiler yaşanıyormuş hissini yaşatıyor. 

Oyunu izlemeyi düşünenler öncelikle şiirden haz etmeli. Klasik bir oyun arayanların çok sıkılacağı bir etkinlik Bir Garip Orhan Veli. Oyundan daha da keyif almayı arzulayanlar için tabii ki Orhan Veli'nin bütün şiirlerini okumayı, şairin hayatını çeşitli kaynaklardan taramayı öneriyorum. Hele ki Nahid Hanım'a yazdığı mektupları okumuş, şairin 36 yıllık yaşamına samimiyeti, naifliği ve özgürlüğü sığdırabildiğini öğrenmiş izleyici için inanılmaz bir deneyim olacaktır. Bütün bunları yapmış biri için bu oyundan haberdar olmamak imkansız gibi bir şey ama velev ki diyorum :D

Oyunu Müşfik Kenter'den izleyemediğimi sadece bir etkinlikte Orhan Veli şiirlerini okuduğunu gördüğümü not olarak belirtmeliyim. İzleyenler oyun için Müşfik Kenter'in performansının zirve olduğunu söyleseler de ben Tayfun Eraslan'ın da hakkını teslim etmek gerektiğine inananlardanım. İyi seyirler.


İZLEDİM: ZORAKİ DAMAT

Son dönemde İzmir'de -inanılması güç ama- devlet tiyatrosuna bilet bulmanın sıkıntısı beni sahnelerden uzaklaştırmıştı. Hasbelkader Kurban oyununa bilet bulmuş, keyiften dört köşe olmuştum. Ne yalan söyleyeyim İzmir'e gelen özel tiyatrolar -tesadüf müdür bilmem-  bugüne kadar beni hiç tatmin etmedi. Ya yol yorgunluğu ya oyuna iyi konsantre olamamak izlediğim oyunlarda keyfimi kaçıran unsurlardan oldu.
 
Zoraki Damat'a da bu duygularla gittik. Bir pazar günü 16:30'da sahnelenen bir oyun için oldukça yüksek bir katılım olduğunu söylemeliyim.
 
Oyun diğer tecrübelerimi anımsatacak şekilde başladı. Unutulduğu belli olan birkaç replik, çok da özenilmeden hazırlandığı ortada olan bir dekor. Birkaç dakika sonra fiyasko ile biter diye düşündüğüm oyunda oyuncular oyunculuklarını göstermeye başladılar. "Oyunun konusu beni sardı" denir ya aynen öyle oldu. Özellikle Somer Karvan'ın sahneye gelmesi ve ortaya koyduğu performans düşüncelerimi değiştirdi diye düşünüyorum. O jest ve mimikler, hafızası yeni yeni kendisine gelmeye başlayan bir adamın şaşkınlık ifadelerinin sahneye yansıtılması, esprilerin sanki doğal ortamında yapılıyormuş gibi sunuluşu... Televizyondan hatırladığım bu değerli oyuncunun bir oyunu yerden kaldırışına şahit olduğumu söylemeliyim.
 
Pek tabii iki kişinin de hakkını yememeli. Ümit Yesin ve Şebnem Zorlu. Ümit Yesin ara ara sahnede olsa da oyunda olduğu her dakika şive taklitleri ve replikleriyle izleyeni oyunun içinde tuttu. Şebnem Zorlu asıl kız rolünde ne yapılması gerekiyorsa onu yaptı. Evlenmeyi istemiyormuş gibi görünmek için sert duran ama içinde fırtınalar kopan kadın karakterini başarıyla sahneye koydu. Ayşen Gruda, için fazla söze gerek yok. Türk sinemasının büyük isimlerinin arasında yer alan bir duayen o. Replikleri unutuşu bile ustalıkla gizleyebiliyor. Oyun boyunca asıl kızımıza oğlan bulma görevini üstlenen bu tonton nine oyunun taşı gediğine koyucusu rolündeydi aynı zamanda.
 
Taşı gediğine koyma meselesi aslına bakarsanız önemli. Sanat eserlerinin içerisine-ki bu komedi türüyse- nükte, eleştiri çok yakışıyor. Konuya ilişkin görüşüm ne olursa olsun, hakarete varmayan söz oyunlarını, laf çarpmaları, taş atmaları arıyorum oyunda. Pek tabii bunlara hoşgörü gösterebilme kültürü de yerleşmeli diye düşünüyorum ülkede. Hemen mi ? Hayır tabii ki, bu şiddet ikliminde hemencecik olabilecek şey değil bu.
 
Sözün özü Zoraki Damat hem keyifli bir zaman geçirmek, hem iyi oyunculuklar görmek isteyenler için iyi bir seçenek. Gidin görün derim. Pişman olmayacaksınız.

29 Ocak 2015 Perşembe

OKUDUM: BÜYÜLÜ ZAMANLAR-SITKI SİLAH

“Hafızamızın kontrolü elimizde olsaydı, bu gücü daha çok hatırlamaya mı unutmaya mı kullanırdık merak etmiyor değilim.”
                                               Büyülü Zamanlar, s.27


Üçlemesinin ikinci kitabı Giden Yolcu ile 2014’ün ağustosunda tanıştığımız Sıtkı Silah,  beni iyiden iyiye bir öykü yazarı olduğuna inandırmış olacak ki geçtiğimiz günlerde yayımladığı “Büyülü Zamanlar”ın roman olduğuna bir süre inanamadım. Gerçeği söylemek gerekirse sanatçının üçlemesini bitirmek yerine araya bir roman sıkıştırabileceğini düşünmemiştim.

Büyülü Zamanlar, hacimli bir roman değil. Bir çırpıda okunabilecek, okuru hemencecik içine çekebilecek; bitmesi arzulanmayan bir roman. Bilinenin aksine bir romanın çabucak bitişinin arzulanmamasının kötü  bir özellik  olabileceğini Büyülü Zamanlar’da hissettiğimi  açıkça ifade edeyim.
Sıtkı Silah, ilk iki öykü kitabıyla alıştığımız söylemin dışına çıkabilmiş, modern öyküyü özgün üslubuyla ortaya koymayı başarmış bir yazar.  Olay ya da kesit tarzında yazdığı neredeyse hiçbir öyküsünde kurgu ve ifade anlamında vasatın altına düşmeyen Silah’tan Büyülü Zamanlar’da da aynı performansı beklediğim ve beklentilerimin karşılandığı doğrudur. 
 Silah, üstâd diyebileceğimiz yazarların bile tercih ettiği şu riski olmayan ancak artık kabak tadı veren tekdüze anlatımın ötesine çıkabilmiş genç yazarlarımızdan. Roman türündeki bu ilk yapıt yani Büyülü Zamanlar, yazara: “Öyküde neysem romanda da  oyum.” dedirtmiş.
Silah’ın öykülerine âşina olanlar şaşırmayabilir fakat yeni başlayacaklar roman boyunca problemlerine yanıtlar arayan, bulduğu yanıtları tiye alan, çoğu zaman kendini olumsuzlayan, yazarlık yeteneğine bir ceza gözüyle bakan, insanların yalnızca iç konuşmalarında rastlanabilecek absürd soruları ve bu sorulara bulduğu absürd yanıtları okura sunmaktan çekinmeyen bir yazarla karşılaşacaklar. Öyküyü bölümler halinde, bir kahramanın ağzından bir de üçüncü ağzın gözünden takip edecekler. Sıtkı Silah’ı ilk kez okuyacaklar için daha önce öykülerini tanıtırken belirttiğim noktanın altını yeniden çizmek isterim: Sanatçı her ne kadar sokağın dilini tercih ediyor olsa da tekrar tekrar okumanızı gerektirecek paragraflara, karakterlerine söylettiği ve kendi hayatınızla karşılaştırıp sorgulamanızı gerektirecek aforizmalara hazır olun.  
Silah’ın eserlerini “modern” kılan sanıyorum yukarıda belirttiklerim. Sanatçı klasik anlatım tarzlarının sıkıcı durağanlığına takılı kalıp popüler olanla benzer şeyler üretme yolunu seçmemiş. Zor ve riskli olanı tercih ederek özgünlüğü aramış.
Romanda, öykülerinde olduğu gibi ara sözlerin fazlalığı dikkatimi çekti. Ara sözlerin  fazla oluşunun edebi anlatımda bir karşılığı var tabii ki: Daha anlaşılır olmak.  Bir yandan yazdıklarının arasına aforizmalar serpiştiren Silah, bir yandan her şeyi en ince ayrıntısına kadar göstermeyi arzuluyor.  Hem bir giz hem bir apaçık olma isteği… 
“Büyülü Zamanlar”  yukarıda da belirttiğim gibi yazmayı bir ceza,  kaçılması gereken bir mahkumiyet kabul eden adını bilmediğimiz bir karakterin yaşamı ve hatıraları üzerine kurulmuş. Karakterimiz hem yazarlıktan aldığı keyfi hiçbir şeyden almadığını hem de yaratmanın manevi ağırlığının altında ezilen herkesin bildiği "keşke yazma ihtiyacıyla doğmasaydım." ikilemini yaşadığını hissettiriyor. O, ayrıntılara çok önem veren biri. Düşünün ki astronotluğu,  uzayın ancak kahve, salatalık ya da kavun kokması durumunda mantıklı bir iş sayabilecek kadar ya da  taksicilerin bir kapının açılmasını beklemeden arabayı içeri sürdüğünü bilecek kadar detaycı. Gözlem yeteneğini sayfalar boyunca konuşturan bir yazar kahramanımız. Perişey'le zoraki açtığı işletmesi Parti Evi’ni daha öncekilerde olduğu gibi okuma yazma ofisine dönüştürebilecek kadar yazarlığı içselleştirmiş hem de.  Bir o kadar da bohem bir yalnızlık içinde. İnançsızlığına leke sürülmesini istemeyen bir inançsız, hayatının merkezine koyacak, tapacak kadar sinema ve alkol sever.
 Roman boyunca karakterimizin şimdiki haline ve onun için “büyülü zamanlar” olarak tarif edilen Dostlar Sitesi’ndeki yazlarına şahit oluyoruz. Karakterimiz çocukluğunu kendi ağzından anlatırken, şimdiki zaman üçüncü bir şahsın ağzından dillendiriliyor. Bu anlamda çok büyük beğeniyle okuduğum Buket Uzuner’in “Kumral Ada Mavi Tuna”sıyla benzeştiğini söyleyebilirim.
Kesit öykülerinde dahi merak unsurunu ön planda tutabilen Silah, Büyülü Zamanlar’da da size şimdi ne olacak sorusunu defalarca  sordurtacaktır. Özgün üslubunun yanında becerdiği en iyi işlerden biri meraklandırmak. Karakterimizin Perişey’le-ben Enis Batur’un şiirlerinden esinlenerek bu ismi bulduğunu düşünüyorum- ilişkisi, gün içinde yaşadığı esrarengiz olay, tüm bunların çocukluğu ve Dostlar Sitesi’yle bağlantıları sizlere sürekli sorular sordurtacak. Ve kitabın bir anda sonuna geldiğinizi üzülerek anlayacaksınız.
Başta da belirttim ya eserin eleştirebileceğim ilk noktası romanın bir uzun hikaye gibi kurgulanıp hacimsiz kılınması. Meraklanan okur için olay örgüsü yani kurgu ile tatmin bir yere kadardır. Okur karakterlerin daha derin analizlerine ihtiyaç duyar. Bu da daha yoğun tasvirler ve karakterlerin derin analizleriyle mümkün olabilir. Ben sanatçının sonraki romanlarında özgün üslubuna ve kurgu becerisine bu derin analiz özelliğini de ekleyeceğini düşünüyor ve kült eserler verebileceğine inanıyorum.

Büyülü Zamanlar, kitaplığınızda olması gereken bir roman değil de belki modern bir novella bence.  Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan yapıtı tüm kitapevlerinden temin edebilirsiniz. Bir yazın emekçisinin doğuşuna şahitlik etmek isteyen herkesin edinmesini tavsiye ederim.