7 Temmuz 2020 Salı

BİZE AYRILAN SÜRE \ 4.BÖLÜM - İmkansız Aşklar


Bize Ayrılan Süre'nin 4. bölümünde sinema ve edebiyat dünyasının 'İmkansız Aşklar'ına göz attık. Meraklılarına duyurulur. 


2 Temmuz 2020 Perşembe

VASATİ 40 ÇÖP

Varlık'ın 2020 Temmuz sayısında Yükselen Bir Değer olarak "Vasat" kavramı işlendi. Dosya konusu hakkında pek çok nitelikli yazı vardı. Bunlardan biri de İrem Kargıoğlu'nunki.  'Edebiyat Ortamımıza Gecikmeli Bir Veryansın' başlığıyla kaleme aldığı yazıyı ilgiyle okudum. 
Kargıoğlu güncel Türkçe yazını bundan on yıl kadar önce yakından izlemeye başladığını anlatırken geçen zamanda vasatın nasıl geçer akçe olduğunu, vasat yazar kadar vasat okur'un da bu durumdaki payını, süreli yayınlardaki eş, dost, akrabacılığın ulaştığı boyutları kendi perspektifinden aktarmış. Öyle ki ilk zamanlarda heyecanla sayfalarını karıştırdığı 'ilk' kitapları artık okumadığını bunda güvenilir sayılabilecek yayınevlerinin birbiri ardına bastığı vasat kitapların, bu kitaplara dair dergilerde çıkan tam sayfa reklamların, yazarlarla yapılan baştan savma söyleşilerin payı olduğunu söylemiş. Kargıoğlu, yazının sonlarına doğru kendisini ikileme düşüren - belli ki vasat bulduğu ve güvenilir yayınevleri tarafından reklamları yapılan - yazarların adlarını da belirterek vasatın yüceltilişine veryansın etmiş. Sözü geçen yazarların bazılarına yer verilen bazı eleştiri yazılarını (bloglar üzerinde) kendisine referans belirlemiş.

Yazıda hak verdiğim pek çok nokta var. Adları verilen yazarların nitelikli eserler üretip üretmediği noktasındaysa temkinli yaklaşmak istiyorum. Ne de olsa yazarın ve yazdıklarının niteliğini belirleyebilecek hassas bir teraziye sahip değiliz. Bir yandan düşünüyorum da yazdıkları yaşadığı yıllarda gereken ilgiyi görmemiş Ahmet Hamdi Tanpınar, yazdıklarını yayımlatma konusunda büyük sıkıntılar yaşamış Oğuz Atay gibi örneklerle dolu Türk edebiyatı. Düşünüyorum da elimizde nitelik belirleyebilecek tek turnusol 'zaman'dır.
Pek tabii yazarımız yayın dünyasına açılan pencereden içeriye - bizim olamadığımız yerden- rahatlıkla bakabilecek bir noktada duruyor olmalı ki 'arkadaşçılık'ın ya da nitelik gözetmeksizin yapılabilen yayıncılığın rahatsız edici görüntüsünü okura resmedebiliyor. Ancak bir yandan biliyorum ki Türkçe yazın elitistlikten de az çekmedi. Köşe başları tutulmuş dergiler yıllarca arzu ettiği anlayışı 'nitelikli' diye az yutturmadı.  Demem o ki nitelikli sanatseverin küstürülüp 'vasat okur' un önemli bir pazar haline gelişinde sözüm ona nitelikçi, elistist yayın organlarının payı yok sayılamaz. 

Bugün vasat yayınların allanıp, pullanıp önümüze getiriliyor oluşu beni hiç şaşırtmıyor. Bir tarihi gerçeklik olarak görüyorum bu olanı. Bir yazarın isterse karalamalarını hiçbir bedel ödemeden okurlara bloglar, dijital fanzinler hatta basılı kitaplar vasıtasıyla kolaylıkla ulaştırabildiği bir çağ yaşıyoruz ki belki parasıyla belki eş, dost, akraba kontenjanından yazar olma heveslilerinin güvenilir (!) yayın evleri aracılığıyla yüz binlere ulaşması oldukça anlaşılabilir geliyor bana. Biliyorum ki 'Aman parasını vereyim de  o yayınevinin logosuyla basılsın kitabım' diyen yüzlerce 'nitelikli'(!) yazar adayı bekliyor kapıda. Bu duygularından dolayı insanları suçlamanın bir manası yok! Bataklığı kurutmak için paçaları sıvamalı.  

Belki nitelikli edebiyat ürünleri adına bir şansımız daha vardır kim bilir ? Dijital dönüşümün gümbür gümbür geldiğini hissettiğimiz ortamlarda nitelikli edebi ürünleri klasik yöntemlerle aramak safdillik olacaktır. Okur kalitesinde 'basılı yayına ulaşan ile dijital yayına ulaşan'ın belirleyici olmadığını kabul edip kenara koyarak rahatlıkla diyebiliriz ki bloglar, kişisel sosyal medya araçları vb. sayesinde yayınevlerinin tahakkümüne maruz kalmadan nitelikli ürünleri okuyucuyla buluşturmak artık mümkün. Hatta basılı yayından çok daha fazla okuyucuyla buluşturmak mümkün demek daha doğru olur.  

Ha ama nitelikli ürünü aramak, vasata mecbur kalmamak konusunda samimiysek yaptığımız edebiyattan gelir elde etme konusunu rafa kaldırıp vicdanımızla 'Ben ne istiyorum ?' hesaplaşmasını yapmamız gerekiyor.


16 Haziran 2020 Salı

BİZE AYRILAN SÜRE \ BÖLÜM-3 BAŞKA FUTBOLCULAR

Dile kolay Bize Ayrılan Süre'yi aştık ve 3.Bölüm'e ulaştık. Başka Futbolculara ilişkin güzel bir sohbet oldu. Sevgili dostum Alkım ile daha nice programlar görmek dileğiyle... Meraklıları bekleriz.





4 Haziran 2020 Perşembe

27 Mayıs 2020 Çarşamba

BİZE AYRILAN SÜRE \ BÖLÜM 1 - DİSTOPİK FİLMLER

Değerli dostum @alkim_ates ile "Bize Ayrılan Süre" adını verdiğimiz bir youtube programı yapmaya karar verdik. Bize Ayrılan Süre kadar dilediğimiz konu başlıklarında konuşup internet aleminin sonsuzluğuna bir içerik daha yollayacağız. Amaç güzel anılar biriktirmekten öte değil.

İlk programın günahı olmaz derler. Bu ilk programda Distopik Fimler'i konuştuk. Türünün en iyisi denebilecek filmlere dair detaylar ve ilgi çekebilecek film önerileri...Sinemada distopyayı önemseyenleri ve bugünlerde ne izlesem diye düşünenleri bekleriz...

20 Nisan 2020 Pazartesi

ÇEVRİMİÇİ EDEBİYATI: BÖLÜM 3 - YÜZÜKLERİN EFENDİSİ VE MİTLER

Hobbit neden yazılmıştı ? Orta Dünya, Tolkien'in salt hayal dünyasının ürünü mü ? Ekskalibur ve Sting, Odin ve Gandalf. Goblinler, orklar, cüceler ve troller... Bunlara ilişkin kısa bir araştırmanın sonuçlarını 10 dakikalık bir videoda birleştirdim. Fantastik edebiyatın kutsal kitabı sayılabilecek Yüzüklerin Efendisi serisine ilgi duyanlar buyursunlar:


14 Nisan 2020 Salı

4 Nisan 2020 Cumartesi

ÇEVRİMİÇİ EDEBİYAT: BÖLÜM I - ABBAS

Blog sayfalarına bir şeyler karaladığımdan beri on bir koca yıl geçmiş. Bu karalama işini pek de disiplinli bir şekilde yapabildiğimi söyleyemem ama arada sırada da olsa tarihe minicik bir çentik atmak keyifli oluyor. Değişen zaman çentik atma işini farklı yollarla da yapabileceğimizi gösteriyor. Yedim İçtim Okudum'un artık bir youtube kanalı var ve bendeniz yine maymun iştahlılığımdan ödün vermeden bu kanala naçizane içerikler üreteceğim. İçeriklerde edebiyat ve sanat öncelikli tabii ki.  İlerleyen süreçte zamanında bu platformda beraber yazdığım dostlarımla sohbetler gerçekleştirmek de var. Öncelikle "Çevrimiçi Edebiyat" adlı köşede üreteceğim içeriklerle başlıyorum.

İlk bölümde bilindik bir şairden bilindik bir şiirin hikâyesine yer verdim. Edebiyatımızın en lirik şiirlerinden birine yani: Abbas'a... Cahit Sıtkı Tarancı'nın Ziya'ya Mektupları'ndan ve Bedirhan Gökçe'nin zamanında gerçekleştirdiği bir radyo programındaki anlatımından çokça yararlandım. Ulaşabildiği gönüllere sıcaklık getirmesi dileğiyle. Yolu açık olsun!


20 Mart 2020 Cuma

BİR SALGININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ


kızılgerdan ile ilgili görsel sonucu
Bütün dünyanın evlere kapandığı bugünlerde insan arkasına yaslanıp düşünmek için daha fazla zaman buluyor. 

Dün market alışverişi yapmak için caddeye indiğimde yağmur bulutları ve mevsimine göre soğuk sayılabilecek bir hava karşıladı beni. Tek tük geçen araçlar dışında bomboş kalmış sokaklar eğlencenin dibine vurulmuş bir yılbaşı gecesinin ardından doğan bezgin günü anımsatıyordu. Sokak boyunca yürüdüm. Belki de yıllar sonra ağaçlardan gelen kuş seslerini ne kadar net duyabildiğimi fark ettim. Evlerine çekilen insanların boşluğunu, kuyrukkaldıranlar, kızılgerdanlar, serçeler, kargalar dolduruyordu. İnsanoğlu kabuğuna sığınırken doğa yaşamaya devam ediyordu. 

Bizler büyük buhran anları dışında doğa karşısındaki acziyetimizin pek farkına varmıyoruz. Atalarımız tarım toplumları haline gelip bir arada yaşama kültürüne sahip olduğundan beri büyük salgınlarla boğuşmuşlar. Bu salgınlar yüzyıllar boyunca milyonlarca aile için büyük dramlar yaratmış. Bu dramlar tarih kitaplarının ancak kıyısında köşesinde kendilerine yer bulabiliyor. Doğruyu söylemek gerekirse ben de tarihin gördüğü en büyük salgınlardan birini yani milyonlarca insanın ölmesine neden olan  'İspanyol Gribi'ni yaşadığımız bu korkunç süreçte tanıdım. Oysa bu büyük insanlık felaketi günümüzden yalnızca yüz yıl önce yaşanmıştı. Birinci diye sınıflandırdığımız o zalim savaşın hemen ardından. 

 Otuz sekiz yıllık şu kısa hayatımda bizzat tanık olduğum felaketleri düşündüm sonra. Bizzat derken yalnızca ekran karşısında yaşadıklarım tabii. Bir nükleer patlamaya, onlarca savaşa, depremlere, salgınlara, devasa terör saldırılarına, darbe girişimlerine ekranın diğer yanından baktım. Bugünse pek çoğumuz gibi felaketin kirli nefesini ensemde duyumsuyorum. 

İnsanlık tarihi içinde nasıl konumlandırılabileceğini bilemediğim COVİD-19 salgını, benim ya da sevdiklerimin kapısına dayanınca hissettiğim endişenin bugünlerde bu yazıyı okuyan ya da okumayan herkesin ortak duygusu olduğu ortada. Bu kez yalnızca ekran karşısında yaşananları izleyip insanlık adına kaygılanmıyoruz. Bizlere duyurulan istatistikler içinde yer alma ihtimali günbegün varlığını sürdürdüğü için insana özgü bir kaygı duyuyoruz. Bunu yaşanan depremin ardından insanların çaresizliğine üzülüp kurduğumuz empati ile karıştırmamalı. Bu, aniden gelen bir felaketin yaşattığı travmanın daha ötesinde bir gerilime neden oluyor. Devam eden süreç korkuya korku katıyor. Belirsizlik ve bekleyiş...

Çoğu zaman zehir kendi panzehirini de yaratır. Aslına bakılırsa bu salgında da öyle. İnsanları içinden çıkılmaz bir korkuya iten belirsizlik ve bekleyiş bir nevi panzehir de kabul edilebilir. İzole olup beklemek, evden çıkmamak... Salgını temiz bireylere taşıyan zincirin bir parçası olmamak... Bazen harekete geçmekten daha iyi işler vardır. Bugün yapabileceğimiz hayati iş aslında bu: Evlerimizde kalıp beklemek.

Sağlıkla...

18 Mart 2020 Çarşamba

OKUDUM: AMOK KOŞUCUSU \ STEFAN ZWEIG


amok koşucusu ile ilgili görsel sonucu
.


Dünya kötü günler geçiriyor, tıpkı Zweig'ın öykülerini kaleme aldığı günlerdeki gibi.

 1881'de gözlerini dünyaya açmış bir yazar olarak dünyanın iki büyük savaşına şahit olmak, o savaş ortamının zalimane havasını solumak şanssızlığını yaşamış bir yazarın öykülerini okumak beni derinden etkiledi diyebilirim.  Eve kapandığımız şu günlerde insan okuduğu kitapların temalarını seçerken daha dikkatli olmalı sanırım

Kitaba adını veren Amok Koşucu'su diğer öykülere göre daha hacimli. Biraz da bu yüzden bu seçkiye adını vermiş. Amok, Uzakdoğu folklorünün bir unsuru imiş. Amok yani bir tür cinnet halini tarif eden bu durum, Uzakdoğu'da insanlara yardım etme idealini gerçekleştirmiş bir hekimin yaşadıkları üzerinden irdeleniyor. Zweig'ın hayatına yakından baktığınızda onun hem öykünün sonunu neden böyle kurguladığını anlıyorsunuz hem de Uzakdoğu'da bir süre yaşamış bir yazar olarak o bölgenin yaşayış biçimine ve coğrafyasına ne kadar hakim olduğunu görüyorsunuz. 

Neden böyle söylediğim ortada. Kitap boyunca sizi yedi öyküyle karşılıyor Zweig. Öykülerin tamamı yazarın hayatını sonlandırma biçimine anlam vermemizi sağlayacak nitelikte. Bilen bilir, ikinci eşiyle Brezilya'ya yerleşen yazarın hem dünyanın haline hem de kendi yaşamına oldukça karamsar bir pencereden bakan Zweig 1942'de  kendisi gibi eşine de dönüşü olmayan  bir bilet satın alıyor.

 Yaşıtlarının büyük bölümünün tercih ettiği gibi olay öykücülüğünü tercih eden Zweig'ın öykülerdeki gerilim ve merak unsurunu zirvede tutması kitabı kısa sürede bitirmemi sağladı. Yedi hikayenin yedisini de merak içinde ve keyif alarak tamamladım. Öykülerinde kendisinden üç yaş küçük de olsa aynı anlayışla öyküler kaleme alan Ömer Seyfettin'in üslubunu hissettim. Devir ruhu edebi metinler için çok önemli bir unsur belli ki. Farklı coğrafyalarda yetişseler de harika öykülere imza atmış bu iki devirdaş, benzer prensipleri gözeterek okurun karşısına çıkmışlar. Özellikle seçkide yer alan 'Madalya' öyküsünü okuyup Forsa, Başını Vermeyen Şehit, Bomba gibi öykülere aşina olan okurlar, öykünün altında  Ömer Seyfettin'in imzasını görseydi eminim ki şaşırmazlardı. 

İyi ki okumuşum dediğim öykü kitaplarından biri oldu Amok Koşucusu. Öncesinde Satranç, Acımak, Dünün Dünyası gibi eserlerini okuduğum Zweig'ın külliyatının en nadide parçalarından biri için sizlere de zaman ayırmanızı tavsiye edeceğim. Keyifli okumalar.


21 Şubat 2020 Cuma

OKUDUM: RAZİYE \ M.CEVDET ANDAY

Melih Cevdet Anday'ı pek çok kişi gibi şair kimliğiyle tanımış, özümsemiş ve sevmiş biriyim. Sanıyorum kendisi de şair kimliğiyle anılmak isterdi. Üniversite yıllarında düşünce yazılarını okuma fırsatı bulmuştum. Mitolojiye olan ilgimde de Anday şiirlerinin önemli bir rolü vardır. Öğretmenliğimin ilk yıllarında öğrencilerime Anday'ın romanlarını sadece isim ve konu bakımından tanıtabilmiştim. Romancı kimliği benim için şair kimliğinin gölgesinde kalmıştı. Yağmurlu Sokak, şair-romancılar adına fikrimi büsbütün değiştirmiştir. Arif Damar ile beraber yazdıkları bu roman beni çok etkilemiş, bir şairin dili kullanmadaki estetik kaygının romanı nasıl lezzetli hale getirdiğini anlamıştım.

Geçtiğimiz yaz Fuar'daki söyleşisi sırasında çok sevdiğim öykücü Mahir Ünsal Eriş, en sevdiği romanlar arasında Melih Cevdet'in Raziye'sini anınca bende bu romana dair bir merak oluştu ve Raziye'yi okuma listeme aldım. Bir iki gün önce son sayfasını çevirmek kısmet oldu.  Aman Allah'ım konusu itibarıyla ne kadar vurucu, dili itibarıyla ne kadar naif bir romanmış Raziye! Naif ama hissettirmeden örseleyici bir roman dedim hatta kendi kendime. Son sayfayı kapattığımdan beri romanın başkarakteri (anlatıcısı), onun dayısı ve Vedia üçgeninde gelişen olaylar kafamda yeniden yeniden canlanıyor. 

Melih Cevdet'in şiir dünyasında devrim yapmış üç kafadardan biri olmasından yola çıkarak 'devrim' temi Garip sonrası şiirlerine yansıdı mı tartışılır ancak Raziye onun devrimci kişiliğini yansıtan etkileyici bir esermiş. 

Şehirde devrim mücadelesi veren ve kolluk kuvvetlerince aranan yirmili yaşlarının başındaki kahramanımız, kendisi gibi hem yaşayış biçimiyle hem ekonomik imkanlarıyla hem de inanışlarıyla  bu kez köyde devrim yapmaya çalışan dayısının yanına sığınır. Kahramanımız farkında değildir ancak asıl devrimi kendi duygu dünyasında yaşayacaktır. Öz olmayan dayısının şüpheli evlatlığı yani güzeller güzeli Vedia bir anda aklını başından alacaktır. Kısa bir saklanma molası, resim sanatına gömülerek geçirileceği düşünülen yaz ayları,  ateşli ve soru işaretleri barındıran bir aşka dönüşüverir. Anday, Vedia ile öylesine bir karakter yaratmıştır ki benim diyen roman üstâdlarının kurguya katamadığı bir roman kahramanı ile tanışmış olursunuz.

Roman boyunca basit düşünen, hiçbir konunun farklı boyutlarını hesaba katmayan, cevapları bir insanı rahatsız edecek kadar safiyane olan Vedia'nın dayısının boyunduruğu altındaki sıkıcı yaşantısına, geçmişinin derinliklerine gizlenmiş soru işaretlerine cevaplar aradım durdum. Bir romanın satır aralarında toplumsal ve bireysel mesajlar verirken okuru sıkmaması ve gerilimi her an zirvede tutması kült bir roman için kriter değildir de nedir ? Raziye kesinlikle herkese tavsiye edeceğim, aydın bunalımını; Türkiye'deki köy gerçeğini dönemine göre en derinlikli anlatan eserlerden biri. Okuyunuz, okutturunuz. 

Not: Kitabın filmini de kitabı okuduktan sonra izleyebilirsiniz belki: RAZİYE


15 Ocak 2020 Çarşamba

OKUDUM: BİR KÜÇÜK DELİLİK \ ARZU UÇAR


arzu uçar bir küçük delilik ile ilgili görsel sonucu

Bir süredir raflarda boy gösteren Bir Küçük Delilik'i sonunda okudum. Arzu Uçar'ı Yaşar Nabi Nayır Ödüllü 'Dış Kapının Mandalı' ile tanımıştım. 

Öykü hem kurgusu hem de kahraman kadrosuyla okurun zihninde kolaylıkla yer edebilen bir tür değildir. Okuduğum yüzlerce öykü içerisinde her şeyiyle aklımda kalan çok azını sayabiliyorum. Bu örnekler de genelde 'cins' yazarların (Sait Faik, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket vb.)öyküleridir. İşte Arzu Uçar'ın Bir Küçük Delilik'i, onun öykülerini aynı ödülü alan diğer yapıtlardan farklı bir yere koyduğumu, bazı öykülerinin ve karakterlerinin zihnime işlendiğini bana yeniden hatırlattı.

Kitabın içinde 'Korku' başlığıyla yer alan ve yeni yetme bir öğretmenin köpek fobisine değinen bu öyküyü sanıyorum hayatım boyunca unutamam. Baş karakterin korku nedeniyle yaşadığı duygu değişimlerini, zaman içinde onulmaz bir hastalığa dönüşen korkunun karakterin tüm eylemlerini ele geçirmesini soluksuz okudum. Bir öykü, okuruna öykü kahramanı için dua ettiriyorsa başarılı olmuştur diyebilir miyiz? Aynı hikayenin bir başka kahramanı Ali Hoca'nın köpeklerin saldırısına uğrayıp uğramadığını merak eden bendenize sorarsanız öykü adına böyle bir 'başarılı' tanımlaması kolaylıkla yapılabilir.

Arzu Uçar karakter yaratmadaki becerisini Vatan Haini ve Bir Aşk Meselesi öykülerinde de göstermiş. Bir Aşk Meselesi'nin anlatıcı-başkarakteri 'saplantı' kavramını, içine düştüğü bataklıktan kurtulmak için verdiği mücadeleyi, okurun hiç beklemediği anda yaşadığı aydınlanmayı öylesine güzel öykülüyor ki kendinizi karakterin yerine koymakta hiç zorlanmıyorsunuz. 

Öykü, kısa bir yazın türü olduğu için takdir edersiniz ki hacimli eserlerin okuru sardığı gibi sarması kolay değil. Olay yahut kesit tüm ögeleriyle (mekan,zaman,karakterler,kurgu) öylesine yoğunlaştırılarak sunulmalıdır ki okur bir romanı bitirdiğindekine benzer bir  sarsılmayı yaşayabilsin; öykü, zihin duvarına kendisini çiviletsin. 

Uçar'ın öykülerinde bu sarsıcılığı bulmak mümkün. Bir Küçük Delilik'te yer alan neredeyse bütün öykülerde bu özelliği görebiliyorsunuz. 'Diyelim ki Ben Madonna'yım' tam da böyle bir örnek. Öyküyü bitirdiğinizde yaşadığınız sarsıntı "Öykü kahramanımızın hikâyesi bir romana dönüşseydi de eminim aynı ölçülerde olacaktı." dedirtiyor size.  Sözünü ettiğim kahramanımızın - genç kız - bedenine giren yazar onun yaşadığı travmaları tüm benliğimizde hissettirebiliyor. Aslına bakarsanız yazının başından bu yana anlatmaya çalıştığım 'sanatçı yetisi' tam da bu örnekle somutlaşıyor: "Hissettirebilmek" 

Bir Küçük Delilik'te yer alan öykülerin tamamında post-modernist izlerini de  görmek mümkün. Bazı öykülerin bazı noktalarında absürde ulaşıldığı dahi söylenebilir. Ama bu öykülerin anlamsızlık dehlizine yuvarlandığı anlamına gelmiyor. Benim gibi klasikçi, tutucu bir öykü okurunu dahi içine çekebilen bu postmodernist ögeler Uçar'ın öykülerinin beslendiği kaynaklardan biri sadece. Bir diğeri 'Dış Kapının Mandalı' ile ilgili yazımda da üzerinde durduğum gibi sıradan insanın hikâyesine yaslanmak.  Sıradan insanların hikâyelerini, sokağın dilinden uzaklaşmadan anlattığınızda öykülerinize düşsel ögeler katmak bile öykülerinizin inandırıcılığını, etkileyiciliğini ve hepsinden öte samimiyetini azaltmıyor.  

Arzu Uçar'ın öyküleri için hiçbir okur dış kapının mandalı değil, hepimize yetecek, hepimizde kalıcı izler bırakacak anlar var. Bu naif öyküleri bir küçük delilik edip okumamazlık etmeyin sakın! Keyifli okumalar.



7 Ocak 2020 Salı

OKUDUM: TALAN \ İLAY BİLGİLİ



*İşbu yazılar okurun sözü geçen eserleri okuduğu varsayılarak kaleme alınmakta olup, bu yazı sahibi henüz kitabı okumayanların yaşayacağı zarardan sorumlu tutulamaz. :)

2020'ye bir öykü kitabıyla başlamasam olmazdı. Gerçi öyküleri okurken boğazımın orta yerine kocaman bir yumru oturacağını bilsem bir kere daha düşünürdüm sanıyorum.
Aralıklarla da olsa okuduğum kitaplar hakkında notlar düşüyorum. Fark ettim ki bu yazılar benim için bir akıl defteri aslında. Okuduklarımız hafızamızın bir köşesine birkaç görüntü ve sesle iliştirilse de ayrıntılar bir zaman sonra okunmaz oluyor. Yıllar sonra o kitaplar hakkındaki yorumlarımı bu platformda görünce eserle yeniden baş başa kalmış gibi oluyorum. 

talan ilay bilgi ile ilgili görsel sonucu

Neyse gelelim Talan'a. Öykü türünde bir ilk kitap olduğunu bilmenize rağmen Talan'ın içindeki öykülerin yetkin bir kalemden çıktığını rahatlıkla duyumsayabiliyorsunuz. Bilgili, öykülerinin büyük bölümünde kurguladıklarını ilahi bakış açısı ve kahraman bakış açısıyla anlatıyor. Bir kameraman titizliğiyle objektifini kurgunun geçtiği mekanda gezdirip, okurun yaşananları her ayrıntısıyla yakalayabilmesine olanak sağlıyor. Evet, parolamız kamera. Sözgelimi Metaformoz öyküsünde ölümle sonuçlanan bir hastalık sürecinin son dakikaları, bu sürecin geçtiği mekân, sürece dahil olan kahramanların iç dünyaları öylesine itina ile görüntüleniyor, betimlemeler öylesine kuvvetli yapılıyor  ki kendimi merhumun bulunduğu odada ellerimi göbeğimde bağlamış, aile bireylerine taziyelerimi sunarken buluyorum.

Yukarıda anlattığıma benzer gerçekliği Panta Rhei'de de bulduğumu söyleyebilirim. İlay Bilgili, öykü boyunca gerek seçtiği kelimeler gerekse duruma dair işaret ettiği noktalar sayesinde okuru tüm sevenlerini - pek de sırasıyla sayılmaz- kaybeden yaşlı adamın çaresizliğine ortak ediyor. Bu sefer kamera değil de ayna tutuyor okura. Evliler eşini düşünüyor, çocuklular ölüm gelmeden bir çocuk kaybını. Boğazıma oturan yumruya katkı yapan öykülerden biri oluyor Panta Rhei. Bu kısa anlatı Bilgili'nin gözlem gücünü ortaya koyduğu, okuru kahramanla özdeşleştirme yetisini sergilediği bir temaşa sanatına benziyor.

Talan'daki üsluba dair kolaylıkla yapılacak belirlemelerden biri  de sanıyorum sanatçının cümlelerinde yer verdiği eylemlerin sıklıkla şimdiki zaman kipiyle çekimlenmesi.  Bunu, Bilgili'nin öykülerde bir ortak üslup yaratma amacıyla ve  kasten yapıp yapmadığını bilmiyorum ancak bir okur olarak öykü kitabına dahil olan öykülerde farklı anlatım ve dil özelliklerinden yararlanılması beni okurken daha diri tutuyor. Bu belirleme, öykülerin değerine bir halel getirme amacı taşımıyor sadece bir tercih olarak beni not almaya itiyor.

Kitaba adını veren Talan öyküsü diğer kardeşlerinin bir özeti gibi aslında. Sinematografik dilini, kamera hassasiyetiyle bacalardan, gider borularından hatta taş duvarlardan bir bir geçirerek varoşların dumanlı semalarında gezindiren İlay Bilgili, kesit öykücülüğünün son dönemde benim karşılaştığım en güzel örneklerinden birini vermiş Talan ile. Talan'ı okudukça betimlenmeye çalışılan kadının zihninizde büyüdüğünü, onu saran duvarların kıpırdandığını duyumsuyorsunuz. Yazarın kalemine takılıp odadan çıkıyor, sizi götürmek istediği başka evleri ziyaret ediyorsunuz. Talan'da kesit öykücülüğünün sıkıcı durağanlığına neredeyse hiç rastlamadım. Edebiyat dünyasının meşhur tabiriyle "Küçük İnsan"ın buz gibi gerçeklerle örülü, naif dünyasına yelken açtım. "Sıkılmışız be!" dedim beyaz yakalı dramlarına maruz kalmaktan. Evet, kabul ediyorum bir süreliğine boğazımdaki yumruyla kalacak halde talan edildi duygu dünyam. Ama bu çocukluğumun kül kokulu arsalarını bulduğum, kalabalık ailelerin börekli, çörekli mütevazı sofralarına konuk olduğum, bana 'yahu bu benim halam!, "bu benim dedem baksanıza, bu da olsa olsa benim yaşlılıktaki halim!" dedirten bir 'Talan' oldu. Keyifli okumalar.