2 Aralık 2016 Cuma

S.ALDANIR'IN PEŞİNDE...


Edebiyat Meclisi'nde (kadim bloğum:) yazdığım bir yazı (BURADA) Milliyet yazarı Güngör Uras'a amacına ulaşmada ışık tutmuş. Tesadüfen öğrendiysem de mutlu oldum. Bu durum bana "Demek ki bloglar gerçekten günümüzde güvenilir kaynaklar haline gelmiş." dedirtti. Bu arada benim gibi S.Aldanır'ı merak eden bir yazarın olduğuna şaşırdım doğrusu. S.Aldanır'ı rahmetle anayım ve onun aşık olduğum şiiri ile kapatayım :

TAVLA ŞAMPİYONU

Yaşasın
Kazandınız bu partiyi de
Oyun üstüne oyun
Mars üstüne mars yaptınız
Her elde en güç kapıları açtınız
Yok ustalığınıza diyecek
Ne güzel de geliyor zarınız
Memleket gibi hepyek
Vatan gibi düşeş
Millet gibi gele


 Sözü edilen yazı aşağıdadır: 


http://ekonomi.milliyet.com.tr/memleket-saat-ayari/ekonomi/ydetay/1866229/default.htm

28 Kasım 2016 Pazartesi

İZLEDİM: ARRİVAL (GELİŞ)


Sinemada bir filmi izlemeden önce kılı kırk yarıp izlenesi bir film olup olmadığını araştırıyor bunu yaparken de filmin detaylarını öğrenmemeye-ne mümkün- çalışıyorum. Bu sefer yorumlarına güvendiğim bir arkadaşımın "Mutlaka izlemelisin!" telkiniyle düştük sinemanın yollarına.
 
Malum, UFO istilası tema olarak Amerikan sinemasının üç dört yılda bir ısıtıp ısıtıp önümüze sürdüğü, çoğu zaman ağızda kekremsi bir tat bırakan çoksatar yemeği. Kendi adıma Mel Gibson'ın oynayıp yönettiği Signs'tan bu yana iyi UFO istilası filmi izlememiştim. Kurtuluş Günü ya da dünyanın uzaylılarca istila edilmesinin ardından kahraman(!) Amerikalılarca kurtarılmasını konu edinen filmler açıkça söylemeliyim benim için pazar gecesi sinema kuşağında eğlencelik filmler oldular.
 
Arrival, yukarıda söz ettiğim o kötü istila filmlerinden değil. Hem görüntü yönetmeni, hem filmin müziklerini ve ses efektlerini düzenleyenler, oldukça etkileyici sahneler hazırlamışlar sinemaseverler için. Kurgu deseniz -içine dram da yedirilerek tabii- o "istila filmleri"nin yavanlığını filmin üzerinden çekip almış. Filmin kahramanı yani ülkenin önemli filologlarından olan Louise Banks, film boyunca hem hayatını sorguluyor hem de bambaşka bir canlı türü ile iletişime geçilseydi neler yaşanabilirdi, izleyiciye bunu hissettiriyor.
 
Film,  "Sözcükler dünyayı nasıl algıladığımızı belirler. Her dilin kendi içinde farklı bir mantığı ve algılama biçimi vardır. Dolayısı ile dünyaya kelimelerle bakıyoruz desek yanılmış olmayız." diye tanımlayabileceğimiz ve 1956 yılında dilbilimi dünyasına duyurulan Sapir-Whorf hipotezini izleyiciye sezdirerek, filmde  felsefi bir altyapı oluşturuyor. Aslına bakarsanız İnterstellar filminde senaristin uzay fiziği ile ilgili aktarmaya çalıştığı ne ise Arrival'de senaristin başka bir canlı türü ve filoloji ilişkisi ile ilgili seyirciye aktarmaya çalıştığı şeyin aynı olduğunu düşünüyorum. Filmi salt bu noktalar iyi yapıyor diyemem. Başta da belirttiğim gibi filmde konu içine fazlaca ajite edilmeden yedirilmiş bir dramı barındırması ve yönetmenin tüm bunları çok uyumlu ses ve görüntü efektleri ile desteklemesi bakımından da önem taşıyor.

Filmi merak edenler acele etmeliler. Film gösterimden kalktı kalkacak. İyi seyirler.

13 Kasım 2016 Pazar

OKUDUM: KIYAMETE SON 99 GÜN / POLAT ONAT

Şair ve yazar Polat Onat'ın son romanı Kıyamete Son 99 Gün elime geçer geçmez -sanatçının önceki kitaplarını okumuş biri olarak- elimde tuttuğum kitabın son dönemin fantastik ögelerle okuru yakalama derdine düşmüş, sanatsal değer kaygısı taşımayan yapıtlarından olmadığını düşünmeye inatla devam ettim. Doğruyu söylemek gerekirse bu düşüncemin aksine kitabın kapağı, başlığı ve kitap arkası tanıtım yazısı kitaba dair başta belirttiğim "okur avcısı roman"ın habercisi gibiydi. 

Onat, cesur bir yazar. Daha ilk romanı "İntihar Etmiş Bir Taşra Berberinin Şiir Kitabı ve Önsözü"nde dahi ağır, poetik bir bildiriyi romanına yedirebilecek kadar gözünü budaktan esirgemeyen cinsten hem de. Okurun ilgisini canlı tutmanın türlü yollarını bilmesine rağmen kafasındakini kağıda dökmekten sakınmayan bir sanatçı. Sade düzyazı da mı? Elbette hayır.  Onun "Son" ve "İhtiyarın Vefatı" şiir kitaplarını okuyanlar da dünyaya bakışının ne kadar derinlikli  olduğunu hatırlayacaklardır.

Sözün özü yazarın üslubunu az çok tanıyan benim için kitapta salt merak duygusunu kamçılayacak, okuru roman sonlana değin olaylar sarmalıyla kitaba tutunduracak bir öykü bulmayacağım sürpriz değildi. Buradan kitabı edinip okuyacalar için belirtmeli ki kitap boyunca yazarın aforizma niteliği taşıdığı aşikâr pek çok felsefi belirlemeyle karşılaşacak, bunların bütünüyle bir portre oluşturma kaygısı taşıdığına şahit olacaksınız. 

Dünyanın sonunun belirli oluşu nereden bakarsanız bakın başlı başına ilgi çekici bir temadır. Bu tema üzerine eğilmeyi bugüne kadar onlarca sanatçı denedi. Hem yerli hem yabancı ürünler hâlâ hafızalarımızda. Dünya'ya günbegün yaklaşan bir meteor, iklimin aniden değişimi, olağan dışı bir virüs salgını vb. sebeplerle dünyanın sonunun gelişi, bir başka deyişle son nefesin belli oluşu; sonu belli bir kurguya vesile olsa da akıbetin ne şekilde olabileceğine dair merak, bu tip fantastik romanlarda okurun ilgisini fazlasıyla çekiyor. Buradaki kilit nokta, yazarın kolaya kaçıp yalnızca bu merak ögesine yaslanmayışında. Onat'ın bu kolaycılığa kaçmadığını söyleyebilirim.

Roman son 99 gün boyunca günlük tutan, hayata tutkuyla bağlı olmadığını iddia eden varlıklı bir entelektüelin gözünden dünyanın sonuna gidişi anlatıyor. Baş karakter, bilim adamlarının dünyanın sonuna  -bir mucize gibi- 98 değil de 99 gün kaldığını söylemelerinin verdiği ilhamla önceleri sürekli ertelediği Allah'ın doksan dokuz ismine tek tek şiir yazma projesini hayata geçirmeye karar veriyor. 

Polat Onat, kitap boyunca 2030'un dünyasına dair hayal gücünü kelimelere dökmüş. Açıkçası bunca yakın bir tarih; bireysel hava araçları, siber devletlerin varlığı, robotların insan hayatına hükmetmeye başlaması, adalet sistemi, gastronomiye dair belirlemeler ile kitabın gerçekçiliğine ters düşmüş. Kitap boyunca kurguya dair rahatsızlığını hissettiğim tek nokta bu oldu. Bu pek tabii benim görüşüm. 

Kitap haliyle 99 parçadan oluşuyor ve her bir parça Allah'ın 99 ismine (Esma'ül Hüsna) ithaf edilen şiirlerden oluşuyor. Bu 99 parça boyunca dünyaya hakim olan kaos ve baş karakterin iç dünyasındaki gelgitler başarıyla okura sunulmuş. Yazarın iç dünyası ve yaşama bakışı ön planda olmasına rağmen şeytani güçlerin devreye girişi ve yazarı bir kabus gibi girdabına alan gizemli cinayetler okuru kitaba zincirleyecektir. Üslup bakımından okunurluğu rahat bir kitap Kıyamete Son 99 Gün ve okur kısa sürede kitabı sonlandıracaktır. 

Entelektüel okur hayatını disipline sokmak için dünyanın sonunun gelmesini bekleyen o varlıklı entelektüelde kendini bulacaktır diye düşünüyorum. Polat Onat'ın başardığı önemli işlerden biri bu. İki büyük romanında da aydın sorunsalını farklı biçimlerde çok etkileyici bir biçimde duyumsattı. Birinde taşraya hapsolmuş bir berber ile diğerinde dünyanın son gününe kendince kutsal bir yaratım derdine düşmüş varlıklı bir entelektüel ile... 

Bir hiçliğe gittiğini bile bile projesini hayata geçirmeye uğraşan yazarımızın bu çabasına saygı duyacaktır Kıyamete Son 99 Gün romanının okuru. Tıpkı yazarın yirminci günün sonunda keşfettiği  "Ne yazık ki zaman geçmiyormuş, evet ciddiyim, zaman geçmiyor. Geçen biziz. Biz insanlar" düşüncesine katılacağı gibi.

Murat Gil
  

11 Kasım 2016 Cuma

OKUDUM: OLDUĞU KADAR GÜZELDİK / MAHİR ÜNSAL ERİŞ

Her türün yaratım aşamasında zorluklar vardır. Öykü yazmanın zorluklarını yeni yeni anlıyorum. İyi, nitelikli öyküler yazabilen yazarlara gıpta ediyorum. Son beş yılın Sait Faik Hikaye Armağanı alan yazarlarından biri Mahir Ünsan Eriş. Yazarın 80'li yılların başında dünyaya gelmiş yazarlar içinde olması beni umutlandırdı, bir yandan yaşımı hatırlattı ve üzdü. İyi yazarlar çıkaran jenerasyondan olup üretememek üzdü beni.
 
Her satırıyla sonuna değin ödülü hak etmiş bir öykü seçkisi olduğunu düşünüyorum Olduğu Kadar Güzeldik'in. Hani üzerinden zaman geçip bir kere daha bir kere daha okunacak cinsten. Olay öykücülüğü ile kesit öykücülüğünün öykülerde nasıl at başı koşturulabileceğinin somut örneği bir kitap. Eriş'in öykülerinde yarattığı portreler o kadar ilginç öyle "tip"e yakın ki beyazperdenin dikkatini çekebilmiş. Benim Adım Feridun'da çizilen terk edilmişliğin derin ıstırabını yaşayan kahramanımız Feridun'un başından geçen ilginç düğün deneyimi öykünün kendi adıyla beyazperdeye uyarlanmış. Bugünlerde izleyici ile buluşacak. Bir öyküden yola çıkarak sinema filmi yapılmasına pek alışık değilim.  
 
Olduğu Kadar Güzeldik'in iyi yanları saymakla bitmez. Eriş'in sade bir dil ve üslup kullanışı, basit karakterlerle görkemli öyküler yaratışı, klasik olay öyküsünün okuyucunun meraklarını giderme tabusunu yıkışı ve daha birçok şey... Öykülere dair gözüme hoş gelmeyen tek nokta-yorumlara bakılırsa bunun da övülmesi gereken bir nokta olduğu belirtiliyor- Bandırma ve çevresinin mekan olarak seçilmesi. Pek tabii bir romanda mekan tek olabilir ancak öykü seçkileri için bu durum öykülere anı çeşnisi katıyor. Bir öykü okurken yazarın anıları herhalde bu hissini yaşamaktan haz etmiyorum. Olduğu Kadar Güzeldik'te bu tadı aldığımı söylemeliyim.
 
Her yazının sonunu mutlaka edinin ve okuyun diye bitiriyorum. Bu yazının sonu da öyle olacak, pişman olmayacaksınız.

8 Kasım 2016 Salı

OKUDUM: GÜNEŞ SEPETİ / MUZAFFER KALE

Sait Faik Hikaye Armağanı almış kitapları takibe devam ediyorum. Bu sefer 2016 yılının ödüle layık görülen öykü kitabı Güneş Sepeti'ni okudum. Kitabı bitirir bitirmez kitap hakkındaki eleştirilere göz attım. Genelde olumlu şeyler söyleniyor kitap hakkında. Benim izlenimim de olumlu oldu. Sine Ergün'ün Bazen Hayat'ı üzerine okununca birbirine tarz olarak yakın iki kitabı üst üste okumuş oldum.  
 
Önceki yazıda da belirttiğim üzere özgünü yakalamış kısa öyküler yazmanın büyük beceri gerektirdiği ve bunun takdire şayan bir çaba olduğu ortada. Muzaffer Kale şiir dünyasında kendini var etmiş, son dönemin kayda değer şiirlerinin sahibi sanatçılardan. Düzyazı ile okurun karşısına çıkıp bu çıkışı Sait Faik ödülü gibi prestijli bir armağan ile taçlandırması başarısını daha da anlamlandırıyor.
 
Öyküleri oldukça sade bir Türkçe ile yazılmış. Öyküleri durum öyküsü geleneğinin örnekleri diyebiliriz. Öykülerinde hayata dair kesitler var. Uzun uzadıya anlatılan olayların öyküsü Maupassant tarzını değil de yazarı özgür bırakan Çehov tarzını benimsemiş bir yazar Kale.
 
Muzaffer Kale'nin öykülerini okurken bir şairin öykülerini okuduğunuz o kadar belli ki.  Zaten bir söyleşisinde öykülerindeki şiirsel söyleyişin nedenini sorgulayan bir soruya verdiği yanıtla niyetini belli ediyor usta yazar: "Dille kurulan yapılarda, yazılan bir makale değilse, anlamın bir (ölçüde) parlamasına gerek duyulur. Çünkü yazılan o nesnenin, o durumun, o duygunun kendi doğasında var olan dirimsel parlamasını da metne taşımak zorundayız. Şiir dışındaki metinlerde, şiirin olanağı olan dilin kullanılışı, anlam katmanları oluşturmayı amaçlamaz. Metne canlılık katar. Bu kitaptaki öykülerin bazılarının çok kısa oluşu gözetilen bir tavrın sonucu. Eksiltildiler."
 
Ben kitaptaki öyküleri yeni bir tarz arayışında olması bakımından beğeni ile okudum. Yazarın hayatın pek çok kesitini kendi üslubunca okurun huzuruna çıkarmasını takdir ettim. Bütün bunlara rağmen olay öykücülüğünün okuru merakta bırakan yanından çok daha fazla haz aldığımı belirtmem gerekir. Durum öykücülüğünün yetkin ve özgün olduğunu düşündüğüm bu örnekleri yazarın Güneş Sepeti'nde toplanmış. Kale, kesitlerinde çizdiği insan portreleri ile bazen iç sızlatmayı bazen insan sorular sordurtmayı başarıyor. Tekdüze öykü kitaplarından sıkılmış yeni bir tarz denemeyi arzulamışsanız kitapçıların tamamında görebileceğiniz bir öykü kitabı Güneş Sepeti. Edinin, okuyun derim.
 
 
 

3 Kasım 2016 Perşembe

OKUDUM: BAZEN HAYAT/SİNE ERGÜN

Sait Faik Abasıyanık Armağanı kazanmış öykü kitaplarını inceleme hevesiyle altı öykü kitabı sipariş ettim. Elime gelir gelmez ilk okuduğum Sine Ergün'ün Bazen Hayat'ı oldu.
 
Sine Ergün, yaş itibariyle bizim kuşak diyebileceğim bir sanatçı. 80 sonrası kuşağın ilk temsilcilerinde. Ödüllü kitabındaki öyküleri bir çırpıda bitirdim. Öykülerini kısa cümlelerle ve hacimsiz oluşturmayı yeğliyor. Kitabı okurken bir şiir kitabı okuyormuşçasına hızlı ilerledim. Bir şiir kitabı olsaydı elimdeki Garip Şiirinin temsilcilerinden birine ait derdim. Hayatın sıradanlığını, küçük insanın duygularını Garipçiler nasıl da sanatlı söyleyişten uzaklaşarak verebilmişse Sine Ergün de öyküde bu yöntemi denemiş. Sanatlı söyleyişten öyküde sıyrılmak, hayatın sıradan yanlarını kısa öykülerde işlemek fena fikir değil. Sine Ergün bu hususta başarılı sayılmalı ancak ben fark ettim ki şiirde sonuna değin savunduğum sadeliği düzyazıda reddediyorum.
 
Bazen Hayat'ta Sinek hikayesi ile Orhan Veli'nin Misafir şiirinin benzeştiğini düşündüm. Hem tarz olarak hem de sanatçının sonunda vermeye çalıştığı mesaj olarak benzeşiyordu bu iki farklı tür. Bu hikayenin aklımda iz bıraktığını söylemeliyim. Bunun dışında hikayeler ağızda bir tat bırakıyor ancak kahvaltı öncesi iştah açmak için ekmeği zeytinyağına bandırırsınız ya o türden bir tat. İştahlanıyorsunuz ama ana yemeği bulamıyorsunuz.  
 
Bazen Hayat, Sait Faik ödülünü hak edecek kalitede bir eser miydi buna  karar verecek niteliklere sahip değilim ancak basit bir okur olarak öykü türüne yepyeni bir tarz katma çabasını takdir ettim.
 
Not: S
anılanın aksine kısa ve yoğun yazmanın uzun soluklu, hacimli eser yazmaya göre çok daha zor olduğunu bilen biri olarak Ergün'ü tebrik etmeli.
 

27 Şubat 2016 Cumartesi

SEYAHATNÂME: SAKIZ ADASI

Sakız Adası, ilk yurt dışı serüvenim oldu. Gerçi sanki başka bir ülkeye değil de Türkiye'de bir sahil kasabasına gidiyormuşum gibi hissediyordum. (10.05.2014)
 
Yağmurlu bir mayıs sabahında, oldukça erken diyebileceğimiz bir saatte Çeşme limanına varıyoruz. Daha önceden haberimiz olmayan bir dostluk maçını pasaport kuyruğuna giren onlarca Karşıyaka taraftarı sayesinde öğreniyoruz. Meğer 80 yıl önce Sakız Adası'nın takımı Lilapas ile KSK arasında oynanan maç tamamlanamamış ve bu tarihi maçın tekrarı benim yurt dışına çıktığım ilk güne denk gelmiş.
 
Yunan adalarını dolaşmak için mayıs aylarında Yunanistan'ın başlattığı kapı vizesi uygulamasından faydalanıyorum. 50 Euro verdikten sonra faydalanıyorum demek ne kadar doğruysa o kadar. Feribot için git-gel 21 Euro ödüyorum.
 
Sakız Adası feribotla yaklaşık 1 saatlik bir mesafede bulunuyor. Çeşme limanından ayrıntılarıyla seçilebilen ada yaklaştıkça daha da anlaşılabilir oluyor. Çeşme'de yaşayan akrabalarımın eskiden adadan horoz seslerinin geldiğine dair söyledikleri artık daha inandırıcı. Feribot limana yaklaştıkça teknenin önüne doğru artan bir kalabalığın içine karışıyoruz. Şans bu ya taraftar kitlesi tezahürata başlıyor. İlk yurt dışı deneyimimde belaya bulaşmak son isteğimiz. Hızlı bir manevra ile pasaport kontrol sırasının en önüne geçiyoruz. Geç kalsak adaya girişimiz öğleni bulabilir.
Farklı bir kültürü tanıyacak olmanın heyecanı ile bir süre etrafı seyrettikten sonra İzmir'dekine benzerliğinden dolayı kordon diye adlandırabileceğimiz bölgede sıra sıra dizilmiş araba kiralama firmalarını dolaşıyoruz. En uygun fiyatı veren şirket ülkücü bıyığı bırakmış haliyle bizden biri sandığımız Yorgo'nunki oluyor. Arabamızı yaklaşık 1 saat sonra almak üzere adanın merkezini dolaşmaya başlıyoruz. Adanın merkezinde her yer yürüme mesafesinde. Yağmura aldırmadan bakına bakına dolaşıyoruz. Sabahın erken saatleri olmasının da etkisiyle sokaklar bomboş. Cumbalı evler, Ege'ye özgü çiçeklerin sarktığı vazolar, Arnavut kaldırımları ve hemen her mahallenin bir köşesinde yer alan sunaklar. Bize yakın ama farklarını görebildiğimiz bir kültürün sokaklarını arşınlıyoruz. Bir şeyler atıştırmak için girdiğimiz bir kafede bize has olduğunu düşündüğümüz bir lezzet karşılıyor bizi, lokma! Hemen karşı kıyıda, Ildırı'da saray lokması diye satılan hamur işini komşuda da tatmak için siparişimizi veriyoruz. Tarçını bol soğuk servis edildiğinden bizdekinin yerini tutmuyor diyebilirim.
 
Merkezde ilerlerken Osmanlı'dan kalma bir çeşme karşılıyor bizi. Yüzyıllar süren Osmanlı
egemenliği sırasında burada yürütülen imaret çalışmalarının ürünleri bir iki cami, çeşme ve hamamla karşılaşıyoruz. Ara sokaklarda kalmış bir Osmanlı mezarlığı da ilgimizi çekiyor. Adanın kordonuna doğru ilerlerken bir Osmanlı hamamı çıkıyor karşımıza. Dışarıdan terk edilmiş gibi görünen bu tarihi yapıyı dolaşmaya karar veriyoruz. İçeride güvenlik görevlisi ve bir de rehber bulunuyor. Bu görkemli hamamın içinde bir süre dolanıyor ve sonrasında kiraladığımız aracı almak üzere yeniden deniz kenarındaki yola çıkıyoruz.
 
Aracı aldıktan sonra nereleri gezeceğimize karar verdiğimizden sadece tabelaları izlemek yeterli oluyor. Eşim buraları önceden kardeşiyle gezdiği için adeta bir rehber oluyor bize. Adaya gelip tur satın alanların genellikle iki alternatifi oluyor. Ya adanın kuzeyini ya da güneyini dolaşıyorsunuz. Adanın güneyi doğal güzellikleri ve kültürüyle daha çok ilgi çekiyor. Biz de adanın güneyini dolaşmayı uygun buluyoruz. Rotamız da aşağıdaki haritada olduğu gibi oluyor.



 
İlk durağımız olan Armolia'ya ulaşmak için tabelaları seçmeye çalışıyoruz. Tabelaların büyük bir bölümünde latin alfabesi kullanılmadığı için sıkıntı yaşıyoruz. Buna rağmen yaklaşık yarım saat sonra Armolia'dayız. Yol boyunca Çeşme'de dolaştığımızı hissettiren bir bitki örtüsü selamlıyor bizi. Yol kenarlarında gördüğümüz ve yolda hayatını kaybedenlere adandığını öğrendiğim minik sunaklar yüreğimizi burkuyor. Yine yol boyunca pek çok tepenin yanmış ağaçlarla dolu olduğunu gördüğümüzde içimiz yanıyor. Armolia'da hediyelik eşya satan birkaç dükkanın önünde durarak zaman geçiriyoruz. Hemen yakındaki sakız ağacı bahçelerini dolaşıyor ve sakızın üretilmesine dair fikir ediniyoruz.

Armolia'da fazla zaman geçirmeden adanın önemli yerleşim yerlerinden biri olan Pirgi'ye ulaşıyoruz. Pirgi'nin kendine has mozaiklerle süslenmiş evleri ve sakinliği iyi ki buraya gelmişiz dedirtiyor bize. Pirgi sokaklarında dolaşırken buralarda yaşamanın insana vereceği huzuru tasavvur ediyoruz. Sokaklar boyunca kendine has balkonlarıyla evler, begonvillerin süslediği kapılar, evleri karşılıklı olarak birbirine bağlayan köprüler dikkatimizi çekiyor.


Pirgi sokaklarında kapı başlarında oturmuş yaşlılar, sokakları arşınlayan manavlar, özellikle manavların kulağımıza tanıdık gelen o bağırışları,  bizdeki camilerin yerini alan kiliseler ve kilisenin içinde ve çevresinde bekleşen kilise cemaati, her an vızır vızır önünüzden geçen motorsikletli gençler ve  henüz öğlen olmamışken uzolarını yudumlayan orta yaşlı Pirgililer bize hiç yabancı gelmiyor.

 Pirgi'nin ardından adanın güneydoğu kıyısında yer alan volkanik bir yapıya sahip Emporios kasabasına doğru yola çıkıyoruz. Bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla yaklaşık 20 dakika sonra Emporios'un ıssız diyebileceğimiz kasaba meydanındayız. Asıl görmek istediğimiz kumsalı kaplayan volkanik siyah taşlar. Havanın da kapalı olması kumsalı kaplayan taşları iyice karartıyor. Taşlar bize spa için kullanılan taşları hatırlatıyor. Hatıra olsun diye çantamıza birini atıyoruz. Kumsalı şöyle bir gezdikten sonra sahilde hizmet veren tek kafeye oturuyoruz. Bizden başka kimsecikler yok. Yöreye has domates ve kaşarlı omlet sipariş ediyoruz. Bizim menemene benzeyen bu lezzetli yemeği yedikten sonra rotamızda Olimpi var.



Olimpi, ortaçağdan bu yana değişmeyen mimarisiyle karşılıyor bizi. Taştan yapılma küp şeklinde binalar nedeniyle Olimpi kasabası uzaktan büyük bir kaleyi andırıyor. Sokaklarına girdiğimizde Pirgi'de olduğu gibi sessizliği ve sessizliğin getirdiği huzuru duyumsuyoruz. Ada halkının büyük bölümü ekonomik nedenlerden dolayı anakarada hayatlarına devam ediyor. Köyde yaşayanlar çoğunlukla yaşlılar. Onlar da ya kapı ağzında oturup mayıs güneşinin tadını çıkarıyor ya da evlerine çekilip yalnızlıklarını avutuyorlar. Olimpi sokaklarında yolda karşılaştığımız yaşlılar bize gülümseyerek Yesas! (Bizdeki ilahi selamın Yunan versiyonu olsa gerek)  diyorlar. Kasabayı dolaştıktan sonra kasabanın merkezinde küçücük bir alana  bir alana birkaç sandalye ve masa atıp daha çok turistlere hizmet eden bir kafede soluklanıyoruz. Mekanın sahibi ve kafenin çalışanı bize ada ve Olimpi hakkında bilgi veriyor. Kahvelerimizi bitirdikten sonra yine düşüyoruz yollara.




Rotamızın sonraki adımında ada için Pirgi'den sonra gördüğümüz en büyük yerleşim yerine yani Mesta var. Mesta, Olimpi ve Pirgi'ye göre daha canlı bir kasaba. Kasabanın sokakları tıpkı diğerlerinde olduğu gibi köprülerle birbirine bağlanmış evleri barındırıyor. Kasabanın meydanında yer alan kilise ve kilise etrafında satışlar yapan dükkanlar turistlerin uğrak noktası haline gelmiş. Biz de hem kiliseyi geziyor hem de birkaç parça hediyelik için dükkanları ziyaret ediyoruz. Kilisede insanların girmesinin yasak olduğu bölgelerde Türkçe uyarı lehvalarının bulunması adayı ziyaret eden birçok Türk'ün varlığını ispat ediyor.




Kiraladığımız araba ile bu şirin adanın güneyinde görülmesi gereken her kasabayı hakkıyla dolaştığımıza, kadim Yunan kültürünün ve birkaç yüzyıl süren Osmanlı hakimiyetinin izlerini sürdüğümüze inanıyoruz. Yol boyunca evlerden gelen yemek kokuları, mahallede bize selam veren insanlar iki halkın yüzyıllar içinde beraber yaşayıp zamanla birbirlerinin aynısı olduğunu düşündürtüyor.
Turistik haritada gösterilen Neo Moni manastırını görerek şehir merkezine inmeyi planlıyoruz. Bu yüzden geldiğimiz yoldan değil de Lithi kasabasına uğrayıp adanın merkezinde yer alan dağı geçmek durumunda olduğumuzu biliyoruz. Yol boyunca tek tük gördüğümüz araçlar da Lithi'ye yaklaştıkça görünmez oluyor. Virajı bol uçurumlu yollardan Lithi'ye ulaşsak da kasabanın dolaşmaya değer olmadığına kanaat getirerek yola devam ediyoruz. Issızlık ve uçurumlar bizi ürkütse de muhteşem Ege manzarası içimizi ferahlatıyor. Denizin uçsuz bucaksızlığı, el değmemiş koylar Sakız'da da bizi büyülemeye yetiyor.


Lithi'den ayrılıp dağa tırmanırken ıssızlık giderek artıyor, artık bir yerleşim yeri de etrafta. Bizi bir jandarma karakolu selamlıyor dağın zirvesinde. Yanlış bir yola girip girmediğimizi kuşkuyla değerlendirirken artık inişe geçtiğimizi anlıyoruz. Elimizdeki haritada gösterilen Neo Moni için sapa bir yolu gösteren bir tabela çıkıyor karşımıza. Onca korku sonrasında bu yola da girmeye karar veriyor ve yaklaşık 2 km sonra manastıra ulaşıyoruz. Güneş artık tepelerin ardına gizlenmek üzere ve etrafta in cin top oynuyor. Girişi henüz kapanmamış manasıtırın birkaç bölümünü korka korka dolaşıyoruz ki bir odaya girdiğimizde camekan içinde sergilenen binlerce insan kemiği tedirginliğimizi daha da artırıyor. Kemiklerin üzerindeki açıklamada 18. yüzyılda Osmanlı'nın yaptığı iddia edilen katliamda yaşamını yitirenlere aittir ifadesini okuyoruz. Böylesine bir manzarayı tarihin adaletine bırakmaktan başka bir çare bulamıyoruz ve yine haritadaki yolu takip ederek merkeze iniyoruz.


Sakız Adası, hafızalarımıza güzel görüntüler, nefis kokular, sıcakkanlı insanlar ve farklı ama tanıdık bir kültür görmenin mutluluğunu kazıdı diyebilirim. Adadan dönüşümüzü aynı firmanın katamaranıyla yaptık ve döndüğümüzde döndüğümüz yerin adadan pek bir farkı yoktu :)




 


 

24 Şubat 2016 Çarşamba

OKUDUM: KIRMIZI SAÇLI KADIN

Orhan Pamuk'un üslubundan pek de hoşlanmayan ben, yazarın piyasaya çıkardığı son üç "roman"ını edinip okumaktan keyif aldığımı gizleyemiyorum. Masumiyet Müzesi, Kafamda Bir Tuhaflık ve son olarak Kırmızı Saçlı Kadın... Bu üç kitabın ortak özelliği Pamuk'un edebiyat dünyasında kendisini tanıttığı ilk eserlerden çok daha anlaşılır bir dile ve okuyucuyu yormayan bir üsluba sahip olması.
 
Diğer kitaplarla Kırmızı Saçlı Kadın'ı karşılaştırmak niyetinde değilim. Okur Pamuk'un son kitabını mutlaka edinmeli ve okumalı mı, bu sorulara dair naçizane fikirlerimi belirteyim.
 
Orhan Pamuk dili konusunda büyük eleştiriler alsa da romanlarının olay örgüsünü ustalıkla kurgulayan, adeta okuru romanın içinde yaşatabilen yazarlardan. Kırmızı Saçlı Kadın'ın da her an acaba şimdi ne olacak sorusunu sorduran bir roman olduğu ortada.  
 
Romanda babasının evi terk etmesinden sonra ekonomik anlamda zor dönemler geçiren Cem'in annesi tarafından bir kuyucuya çırak olarak emanet edilmesi ve sonrasında gelişen olaylar anlatılmakta. Pamuk, bir röportajında bu roman fikrinin otuz yıl evvel de kafasında olduğunu ve oturduğu evin yanındaki bahçede kuyu kazan bir usta ile çıraktan esinlendiğini ifade etti. Bunu dile getirirken romanlarında yer verdiği meslek gruplarına, insan tiplerine dair araştırmalar ve röportajlar yaptığını, bu çalışma ve gözlemlerin eserlerindeki gerçekliği artırdığını düşündüğünü belirtti. Salt röportaj ve gözlem yoluyla gerçekliğin artırılabileceğini düşünmesem de günümüzde mesela artık göremediğimiz bozacı, kuyucu, nakkaş gibi meslek erbâblarına dair derin araştırmaları ile o günlere ışık tutan Pamuk'un romanları, bu yönüyle de değer taşımakta.
 
Kırmızı Saçlı Kadın, salt bir kuyucu çırağı hikayesi değil elbette. Pamuk'un röportajında da belirttiği gibi Doğu'nun ve Batı'nın kişiye ve otoriteye bakışını karşılaştıran metaforları barındıran da bir kitap. Batı'da Sophokles'in meşhur Kral Oedipus'u ile Doğu'da Firdevsi'nin Rüstem ile Sührâb'ını modern bir hikayede harmanlayan, okura Doğu ve Batı'nın insana yaklaşımlarını gösteren bir roman Kırmızı Saçlı Kadın. Bahsettiğim erkek destanlarına kırmızı saçlarıyla bir kadının inceliğini katan bir roman.
 
Roman boyunca bir erkek çocuğunun baba figürünü algılayışını Pamuk'un gözünden göreceksiniz. Oedipus'un babasını, Rüstem'inse oğlu Sührâb'ı öldürdükten sonra yaşadığı büyük acıyı anlamaya çalışacak, Oedipus'la Batı'da bireye dönüşmenin, Rüstem'leyse Doğu'da otorite bekâsının önemini vurgulayan  metaforları bulacaksınız.
 
Murat Bardakçı'nın roman çıktıktan birkaç gün sonra kaleme aldığı "Çüş Orhan Pamuk çüş" ( yazı burada )yazısında bildirdiği ve romanın birkaç paragrafında geçen Türkiye'deki ensest vakalar ve bunların medyaya yansımaları üzerine ne düşünürsünüz bilemem ancak Bardakçı gibi hamasi bir yaklaşımla bir romana ve sanatçıya yaklaşmayı doğru bulmadığımı belirtmek isterim. Eserlerden cımbızla parçalar çekip eseri ve yazarı itibarsızlaştırmak yerine, edebe uygun sözcükler seçerek eserler hakkında gerekiyorsa sert edebi eleştiriler yazılmasını beklerim. Bardakçı'dan değil tabii ki.
 
Özetle kolayca bitirebileceğiniz diğer bir deyişle hacimsiz (200 sayfalık) bir kitap olan Kırmızı Saçlı Kadın'ı edinmeli ve okumalısınız. Salt bir hikayeden tad almayı ummak  için değil bir roman boyunca medeniyetleri karşılaştırmak, mazide kalanları öğrenmek için de. 

12 Şubat 2016 Cuma

OKUDUM: HAYAL BİLGİSİ

Türkiye'de edebiyat dergiciliğinin zorluklarını bir dergi yayımlama macerasına girmemiş hiçbir kimse bilemez. Üniversitenin ardından  6 sayı okuyucu ile buluşabilen bir derginin, adına meftun olduğum Sığınak'ın hasbelkader de olsa edebiyat editörlüğü görevini üstlenmiştim. Derginin basımı için kaynak aramaktan, dergiyi ülkenin çapında okuyucuyla buluşturma sürecine kadar pek çok aşamada katkım olmuştu. Orada bizde edebiyat dergiciliğinin "deli işi" olduğunu daha iyi anlamış Papirüs, Yaprak, Büyük Doğu, Akbaba ve daha nicesine dair -yazarların dişinden tırnaklarından artırdıklarıyla çıkardıkları dergilerdir bunlar- bakışım değişmişti. Bazı yazar ve şairlerin kendi dergilerinin geleceği için mallarını sattıklarını, bazı varlıklarından vazgeçtiklerini okuduğumda eskisi gibi olumsuz bir tepki vermiyordum. Edebiyat dergiciliği her şeyden önce bir gönül işiydi elbet.
 
 
Burada birkaç okurla daha buluşturabilirsem mutlu olacağım yukarıda bahsettiğim "gönül işi ürünü" bir dergiden bahsetmek isterim: Hayal Bilgisi. Bu dergiden edebiyat dergileri ve fanzinleri dönem dönem ya da ay ay tanıtan bir blog sayesinde haberdar olmuştum. Derginin o yıllarda kendisini etraflıca tanıtabilecek bir mecrası yoktu. Derginin yalnızca Van-Erciş merkezli olduğunu öğrenebilmiş, yazı ve şiirlerimden yayımlanmasını arzu ettiklerimi belirtilen adresten kendilerine göndermiştim. Sağ olsunlar değer verip yazıları incelemişler ve birkaçını derginin 5. sayısında yayımlamışlardı. Van depremi dergiyi de sarsmış bir süre yayınlarına ara vermişlerdi. Bugün 20. sayısını raflarda beklediğimiz Hayal Bilgisi yanlış bilmiyorsam  koca yürekli sınıf öğretmeni bir çiftin alın terleriyle yücelen bir edebiyat okulu.  Dergi 5. yılını yaşarken hem muhteva hem biçim olarak kendisini geliştirdi. Öyle ki 2015 yılının ekim ayında önemli de bir ödüle layık görüldüler. Kendi sitelerinde bu güzel haberi şöyle sundular: İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Türkiye Yazarlar Birliği'nin birlikte düzenlediği 7. İstanbul Edebiyat Festivali'nde (Edebiyat Mevsimi) Hayal Bilgisi Edebiyat Dergisi'ne Şeref Beratı Ödülü verildi. (24 Ekim 2015) 2011'de çıktığımız bu yolda, bu noktaya gelmiş olmak bizler için büyük mutluluk. Bizi biz yapan, hayallerimize ve çabamıza ortak olan tüm dostlarımız, bu ödül hepinizin!
 
Dergiyi edinebilmek önceden büyük işken artık tek bir tık ile elinize kadar ulaştırıyorlar. Böylece hem farklı yazarları okuma  hem de yeni kitaplardan haberdar olma imkanına sahip oluyorsunuz.
 
Dergi hakkında daha kapsamlı bilgi sahibi olmak için derginin linkini paylaşmak isterim: Hayal Bilgisi

9 Şubat 2016 Salı

SEYAHATNÂME: PHUKET

Tayland'a giderken tur şirketlerinin programlarından yararlandık. Önümüzde birkaç alternatif vardı. Pattaya ve Kho Samui bunlardan ikisiydi. Biz hem ekvatora daha yakın olması hem de meşhur The Beach filminin sahnelerinin çekildiği Phi Phi Adası'nı bünyesinde barındırdığı için Phuket Adası'nı tercih ettik. Bangkok'tan Phuket'e uçuşumuzu skyscanner üzerinden Thai Havayolları'ndan bilet alarak gerçekleştirdik. Phuket'e Bangkok'tan uygun fiyata hemen her saat uçuş var.


I.Gün

Bangkok'taki otelimizden sabah 6:00'da çıkıyor ve tıpkı buraya gelirken yaptığımız gibi metro hatları üzerinden Svarnubhumi Havaalanı'na ulaşıyoruz. Uçuşumuzu oldukça konforlu bir uçakla yapıyoruz. Bence ulusal uçuşta Thai Havayollarını tercih etmelisiniz. Uzunca bir sahil şeridinde güneşlenen yüzlerce insanın hemen birkaç yüz metre üzerinden Phuket'in kalabalık ama mütevazı havalimanına 10.30 sularında iniyoruz. Hava Bangkok'takine göre en az 10 derece daha sıcak. Havalimanı çıkışında minivan ve taksilere müşteri toplayan firma masaları var. Buradan bir minivan seçiyoruz. Kişi başı 180 BHT'a otelimizin yer aldığı Patong Plajına doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 1 saat sürecek bir yolculuk bu. Phuket'te de her zevke uygun konaklama bölgeleri var. Biz insan yoğunluğunun en fazla olduğu Patong'u tercih ediyoruz. Dinginlik arayanlar Kamala, Kata, Kata Noi gibi plajları da tercih edebilirler ama belirtmeliyim ki Phuket'in kalbi Patong'ta çarpıyor. Royal Paradise Phuket 'te adımıza ayrılmış odaya yerleşiyoruz. Otel Phuket'in en yüksek binalarından biri ve kasabanın tam göbeğinde yer alıyor. Plaja, Jungceylon AVM'ye ve Bangla Road'a çok yakın. Adını verdiğim bu mekanlar Phuket'te sizin uğrak noktalarınız olacaktır. Eşyaları yerleştirdikten sonra küçük bir şehir turu yapmayı kararlaştırıyoruz. Önce karnımızı doyurmalıyız. Plaja yakın bir çıkmazda yer alan Orange Cafe'ye oturuyoruz. Yöresel bir çorba olan Kaeng Khiao Wan Kai rica ediyoruz. Sadece denemek amacıyla bir porsiyon rica ettiğimiz çorba acılığı ile boğazımızı yaksa da tadının hiç de fena olmadığını düşünüyoruz.
Yemeğimizi yedikten sonra Patong plajını görmek için yürümeye koyuluyoruz. Sokaklar sıcaktan cayır cayır yanıyor dersem abartmış olmam. Buna rağmen sokaklar çok da ıssız sayılmaz. Kasabada bolca çıkmaz sokak olduğu için zorlansak da plaja ulaşıyoruz. Yol boyunca Bangkok'ta olduğu gibi seyyar satıcıların kaldırımlara sıralanıp meyve sattıklarına şahit oluyoruz. 

Patong pilajı Türkiye'de Antalya civarı kumsallar gibi oldukça uzun bir sahil şeridine hakim. Yöreye has ağaçların sardığı tepeler plajın iki yanından denizle buluşuyor. Plajın kumu unu andırıyor. Bu deniz suyunun bulanık görünmesine neden olsa da onca kalabalığa rağmen  denizin genel olarak temiz olduğunu söyleyebilirim. Bir süre ayaklarımızı suya sokarak plajı turluyoruz. Plajda ilerlerken elinde düdüğü olan bir adam bizi bir anda durduruyor. Bir yandan bağıran adan bir eliyle de gökyüzünü işaret ediyor. Korkuyla göğe baktığımızda bota bağlanarak havalanmış bir paraşütün iniş yaptığını fark ediyoruz. Plaj boyunca bunların iniş yaptığı bir iki alan görüyoruz. Paraşütlerin biri iniyor, biri kalkıyor. Aman Allah'ım o da ne. Paraşüte bağlanan adam rahat inebilsin diye hiçbir güvenlik bağlantısı olmayan bir genç paraşüte tutunarak havalanıyor. Bunu her paraşütte yapıyorlar. Tek bir hata ölmeleri için yetecek. Bu para karşısında insan hayatının değersizliğini bir kere daha ispat ediyor. 

Akşam saati yaklaştığı için otele dönüp otel havuzunda yüzmeyi tercih ediyoruz. Yaklaşık 1 saat sonra odamıza çekiliyoruz ki olan oluyor. Bir anda kapkara bir bulut kümesi Phuket'i sarıyor ve oldukça şiddetli bir yağmur başlıyor. Patong sokakları su içinde kalıyor. Biz şaşkın şaşkın yağmuru seyrederken karnımızı otelde doyurma çaresizliği ile de baş başa kalmış oluyoruz. Otelin 25. katında yer alan Çin Restoranına çıkıyoruz. Ben yumuşayana kadar marine edilmiş yöresel otlarla tatlandırılmış tavuk istiyorum eşimse aynısının etli versiyonunu sipariş ediyor. Geceyi otelde geçireceğiz endişesi dışarıdaki yağmurun son bulmasıyla yerini Phuket'te akşamı yaşama keyfine dönüşüyor. Az önceki yağmurdan eser yok. Yollar insan kaynıyor. Hava nereden baksanız 27-28 derece.  Meşhur Bangla Caddesine geliyoruz.

Bangla Road, Patong kasabasının ve sanırım Phuket'in en hareketli caddesi. Burası hakkında buraya gelmeden önce okuduğumuz tüm yazılarda bahsedilen "önce şaşıracaksınız, sonra alışacaksınız, sonra umursamayacaksınız" silsilesini yaşıyoruz. Sağımızda ve solumuzda yer alan barların masalarında direk dansı yapan Taylı kız ve ladyboylar, sokak boyunca ellerinde ping pong şovu bileti satmaya çalışan onlarca insan, bize nereye geldik böyle sorusunu sorduruyor. Amerikalı ya da Avrupalı olduklarını tahmin ettiğimiz 70'lik amcaların 20'li yaşlarında Taylı kızlarla el ele dolaştığı sokaklar insana hayatı sorgulatıyor.  Her bünyede aynı etkiyi mi yaratıyor bilmiyorum ama biz böyle hissettik. 

Ertesi gün yapmayı planladığımız James Bond Adası turunu yağmur korkusuyla iptal ediyoruz. Cadde üzerinde yürürken bir dönerci dükkanında çalışan abimiz bize yardım ediyor, sağ olsun. Uygun bir tur bulmamız için bizi yönlendiriyor. Biz de yarın sabah erkenden  ertesi günkü turları ayarlamak adına otele dönüp dinlenmeye çekiliyoruz. 

II.Gün

Gün erken başlıyor. Kahvaltının ardından ilk hedef akşam yapmayı planladığımız Phuket Fantasea Turu ve ertesi günü yapacağımız Phi Phi Adası turunu ayarlamak. Dönercinin bizi yönlendirdiği tur masasını buluyoruz. Turcu kız Fantasea turunu kişi başı 2000 BHT, Phi Phi turunu ise 1500 BHT'tan ayarlıyor. 

Gün boyunca Patong plajında yüzdük. Akşama doğru Jungceylon AVM'yi geziyoruz. Ucuzluktan faydalanıp birkaç parça şey alıyoruz. Yine Jungceylon içinde yer alan MK restoranda güzel bir Çin yemeği olan Kırmızı Körili Ördek ve deniz ürünlü Phat Tai yiyoruz. 

Akşam 18:00'da bizi otelimizden alacak ve Fantasea'ye götürecek mini vanı beklemek üzere otelimize dönüyoruz. İlk gün yağmur korkusuyla James Bond turunu iptal etmemiz bizde Fantasea'ye gidelim fikrini uyandırıyor. Dönerci arkadaşın görülmesi gereken bir görsel şov demesi de adam başı 200 TL'yi cebimizden çıkarmamıza vesile oluyor. Yaklaşık 30 saatlik yolculuğun ardından Kamala Plajına yakın bir yerde kurulmuş bu mini lunaparka ulaşıyoruz. Henüz içeriye giriyoruz ki 400 TL'yi boşuna mı verdik acaba düşüncesi beynimizi kemiriyor. Gösterinin başlamasına çok az bir süre kalmış biz de yönlendirmelerle 4000 kişilik salona fena sayılmayacak o rengarenk süslemelerin içinden geçerek ulaşıyoruz. Salon gerçekten devasa. Salonun ve sahnenin tasarımı fevkalade. Sahnede bir yandan Tay kültürünü bir yandan yöre efsanelerini canlandıran devasa bir ekip gösteri yapıyor. İçeri girerken telefonumuzu emanete bıraktığımız için pişman oluyoruz.Uslu durduktan sonra sıkıntı yok çünkü. Bir kişi telefonla çekim yapmak isterken yakalanıyor ve telefonuna el konuyor. Yaklaşık 1 saat süren gösteri içinde fil şovları, sihirbazlıklar ve görkemli dans gösterileri var ama inanın bu gösteri ve Phuket Fantasea 200 TL etmez. Bu yüzden eğer benim için para önemli diyorsanız bu gösteriye gitmeseniz bir şey kaçırmış olmazsınız. Gösteri bitince yine oldukça büyük bir salonda açık büfe yemeğe geçiyoruz. Bu paranın içinde bir etkinlik. Güzel Tai usulü yemeklerle karnımızı doyuruyoruz. Yemeği bitirip dolaşmak için Fuar alanına çıkıyoruz ki neredeyse her yer sinek avlıyor. Kafamızda büyük bir alan olarak canlandırdığımız yerleşke çok küçük ve kalitesiz çıkıyor. Anlayacağınız gösteri sonrası 1 saat yerleşkeyi dolaşırsınız cümlesi de hikaye. 22:30'da alandan ayrılıp Patong'a geliyoruz. Bangla caddesinde canlı müzik icra edenlerin çıktığı bir barda bir süre takılıp otele dönüyoruz. (Şov olmayan barlarda Tay biraları 70-80 BHT, şov ve canlı müzik olanlarında 120-130  BHT)

III. Gün

Dolu dolu yaşayacağımız son gün erken başlıyor. Aracımız bizi otelin önünden alarak yaklaşık 45 dakikalık bir yol üzerinden deniz suyu bir hayli çekilmiş bir iskeleye ulaştırıyor. Burada tura katılan diğer yolcularla bir araya geliyoruz. Oldukça esprili bir tur çalışanının uyarılarını dinledikten sonra bizleri kollarımıza bağladıkları iplere göre bir hız botuna alıyorlar. Biz turcuların da tavsiyesine uyarak hız botu ile tura katılmayı uygun gördük. Siz de Phi Phi için hız botunu, James Bond için normal tekneleri tercih etmelisiniz. Hız botu ile oldukça ıslak ve sallantılı bir o kadar heyecan dolu ve eğlenceli bir yolculuktan sonra The Beach filminin çekildiği harika Maya Kumsalı'na ulaşıyoruz. Gerçekten görülmesi gereken bir doğal güzellik burası. Doğa harika ancak turizmin doruklarda yaşandığı bu bölgede insanların Maya Kumsalı'nda yüzebilmeleri için adeta küçücük bir boşluk bırakılmış. Kumsalın tamamına yakını demirlemiş hız botlarıyla dolu. Tabii normal teknelerin kumsala çıkmaları yasak onlar koyun ağzında bekliyorlar.

1 saatlik yüzme molasının ardından sırasıyla mercan resifini, maymunların mesken tuttuğu maymun kumsalını ve yöre halkından bazılarının buraya gidip gelmek için kullandıkları Vikinglerinkine benzeyen sandallardan ötürü Viking mağarası olarak adlandırılan noktaları geziyoruz. Buralarda fazla vakit harcamıyoruz. Hedefte öğle yemeğini yemek adına Phi Phi Don adasına ulaşmak var. Anlayacağınız Phi Phi Ley olarak adlandırılan minik adadan ayrılarak Müslüman nüfusun ağırlıklı olarak ikamet ettiği diğer adaya geçiyoruz.
Burada İslami usüllerle hazırlanmış açık büfe yemeğimizi alıyoruz ki gerçekten lezzetli. 1 buçuk saat kadar adanın derinliklerine inemeden çevreyi geziyoruz. Phuket'te içine giremediğimiz cennet parçası doğal güzellikler burnumuzun dibinde artık. Palmiyeler ve diğer egzotik ögeler nerede olduğumuzu bize hatırlatıyor. Buradan teknemize atlayarak yaklaşık 45 dakikalık yolculuğun ardından son yüzme noktamıza geliyoruz. Burası Phuket yakınlarında minik bir ada. Burada 1 saat yüzmemize müsaade ediyorlar. Yolculuk boyunca başına örttüğü örtüden Müslüman olduğunu düşündüğümüz rehberimiz bize yapmamız gerekenleri oldukça anlaşılır bir İngilizce ile aktarıyor. Yüzme keyfi sırasında iç deniz ile okyanus arasında büyük farklar olduğunu bacağımızı ısıran mikroskobik canlılardan anlıyoruz. Yaklaşık 20 dakikalık yolculuğun ardından turun başlangıç iskelesine ulaşıyoruz. Buradan da Patong'a dönüyor akşam çok da geç olmadan otelimize çekiliyoruz.

IV.Gün

Son gün uçuşumuz 19.35 olduğundan Patong'ta turladık. Patong pazarına girerek yerel halk ne yer ne içer onlara baktık. Akşam uçuş için bir tur şirketinden 700 BHT'a bir taksi tuttuk ki bildiğiniz minivan bize tahsil edilmiş oldu. Anlayacağınız Patong'tan dönerken kesinlikle taksi tutmalısınız. Yaklaşık 1 saat 15 dakikalık yolculuğun ardından-aman dikkat acayip bir trafik oluyor- havalimanına vardık. Vardık ki ne görelim. Upuzun bir kuyruk. İlk kontrol nereden baksanız 30 dakika sürdü. İçeride zorlanmadan uçağımızı beklemeye başladık ve dönüş Bangkok-Amman-İstanbul-İzmir olarak yaklaşık 13 saat-belki de fazlası- sürdü.

Hem Bangkok (yazısı burada) hem de Phuket bambaşka bir kültürü ve coğrafyayı bizlere yaşattığı için hafızalarımıza güzel resimler halinde kaydoldu. Umuyorum ki herkes bu güzellikleri bir gün görme fırsatını yakalar.


16 Ocak 2016 Cumartesi

OKUDUM: MASUMİYET MÜZESİ

Birkaç hafta önce İstanbul'da Cihangir'i gezme fikri kafamızda oluşup da bölgenin önemli uğrak noktalarını listelerken "Masumiyet Müzesi" ismiyle karşılaştık. Orhan Pamuk'un 2008'de yayımladığı aynı isimli romanıyla bir ilişkisi olduğunu bildiğimiz müzenin mahiyeti hakkında bilgi sahibi değildik ki bir mahalleli, bir de  eskiciye danıştıktan sonra Çukurcuma'da bir çıkmazın sonunda bulduğumuz bu cumbalı, sevimli  yapıyı sesli rehber eşliğinde dolaştık. Romanın başkarakterlerinden Kemal Bey'in yıllar içinde biriktirdiği, ya da koleksiyonerlerden edinip hatıralarının birer işareti olarak sunduğu eşyaların sergilendiği bu 4 katlı yapıyı her görselin önünde dakikalarca durarak  keyifle dolaştık. (İçeri girmek için 15 TL ödedik, ancak kitabı edinmişseniz 527. sayfadaki bileti kullanarak müzeyi bedava dolaşabilirsiniz.)

Kitabı müzenin satış mağazasından edindim ve hemen okumaya başladım. Müzeyi önceden dolaşmanın kitabın sonunu öğrenmek gibi bir yan etkisi olduğunu kitabı bitirdiğimde anladım keza müzeyi dolaştığımda gördüğüm son birkaç objenin kitabın sonuna dair olduğunu iyi ki anlayamamışım. Anlayacağınız kitabı okuduktan sonra müzeyi gezmek daha mantıklı ancak okumadan önce müzeyi gezmenin de pek çok şeyi kafanızda canlandırmanız açısından avantajları olduğunu söylemeliyim.

Bu girizgahın ardından kitaba ilişkin ilk belirlemem, kitabın Orhan Pamuk'un postmodernist tarzın sınırlarında gezinmediği "rahat okunabilir" romanlarından biri olduğudur. Kitapta yine virgül ve bağlaçlarla birbirine bağlanan ve hiç bitmeyeceğini sandığınız Pamuk cümlelerine hazır olun. Buna rağmen bu durumun kitabın akıcılığını artıran bir unsur olduğunu da unutmamak gerek. Kitabın numaralandırılmış bölümler halinde tanzim edildiğini bildireyim ki roman boyunca numaralandırılmış kısımlara gelip nefes almaktan hoşnut olan okurlara muştu olsun.

Romanda 70'li yılların Nişantaşı ve çevresinde hayatlarını sürdüren burjuva sınıfının yaşamlarına dair ipuçlarını, bu sosyal sınıfın bir üyesi olup 30'lu yaşlarını yaşayan Kemal'in aile dostlarının kızı Füsun'a (19) duyduğu derin aşkı bulabileceksiniz. Tek kelimeyle derin bir aşk tasviri var bu romanda.  Orhan Pamuk'un Masumiyet Müzesi'ne kadar denemediği bir tür okuyacağınız. Başarılı bir  "psikolojik roman". Bu ilk denemenin oldukça başarılı olduğunu ve bir kitap-müze projesi olarak edebiyat dünyamızda müstesna bir yere sahip olacağını düşünüyorum. Kitap boyunca kendi sınıfından biriyle nişanlanıp üniversiteye hazırlanan genç bir tezgahtarın aşkına tutulan Kemal'in iç dünyasına bir yolculuğa çıkacaksınız. Sosyetenin dedikodu mekanizmasının nasıl işlediğini anlayacak, Kemal'in günden güne içinden çıktığı zümreden nasıl soyutlandığını anlayacaksınız.  Hatıraları eşyalarla, kokularla, fotoğraflarla zihin duvarlarına iliştirmeyi seven insanlardansanız Kemal'i anlayacak, çoğu zaman onun bütün çelişkilerine hak verecek ve onun sıkıntılarına çareler arayacaksınız.  Roman boyunca 70'li ve 80'li yıllarda toplumun henüz dış dünyaya açılmamış olmasına rağmen  kendine has tabularına, çekincelerine tüm bunların ayrım gözetmeksizin toplumun her sınıfında mevcut olduğuna dair ifadeler bulacaksınız. Masumiyet Müzesi o yılların burjuva ve orta sınıf panoramasını gözlerinizin önüne serecek.

Romanı okurken kusurlu bulduğum kurgusal ve anlatımsal yanları bir kenara not etmiştim. Ancak romanın ortalarına doğru yaşanan bu sıkıntıları Pamuk, romanın sonunda bilinçli bir şekilde avantaja çevirdi ve adeta okur tarafından kurgusal bir kusur olarak düşünüleceğini bildiği bu kısımlara açıklama getirmeyi bildi. Bu noktalardan bahsetmeyi kitabı okuyacak okura haksızlık olarak gördüğüm için tercih etmiyorum.



Sözün özü kimine göre hastalıklı, kimine göre deruni diye tabir edilebilecek bir aşk hikayesini duygunun failinden dinlemek bunun üstüne dinlediklerinizi, naif, sade, sıcak bir müzede somutlaştırma deneyimini yaşamak için Masumiyet Müzesi'ni okumalı ve yakın zamanda Çukurcuma'da Keskin'lerin evine uğramalısınız. 

11 Ocak 2016 Pazartesi

DİNLEDİM: YAŞATURKA

Bazen şu soruyu sorarım kendime: 1996'dan bu yana gönüllerimizin en kuytu köşelerinde gitarının  tellerini tıngırdatabilen bu nev-i şahsına münhâsır sesi, özel kılan ne ? Bu sorunun pek çok yanıtı var elbette. Her yanıt için ayrı ayrı denemeler yazmalı ki birkaç tane yazmışlığım vardır. 96'dan bu yana yaratımlarıyla farklı bir şahsiyetin, her geçen gün daha fazla kült eser vermeye devam edecek gibi duran bir "sanatçı"nın takipçisi olduğumu düşündüm. Ülkedeki popüler kültürün megastar, ultrastar isimleri arasında adının anılmayışıyla içten içe mutlu oldum. Ben ve benim gibiler eminim sevdikleri sanatçıların az ama kaliteli bir kitle tarafından takip edilmesini, buldukları cevherin kendilerinde saklı kalmasını arzularlar.  Bana kalırsa bu, böylesine sanatçıların da hoşuna gider. Bu anlamda hem yaşam tarzı, hem eserleri hem de hitâp ettiği kitle bakımından işaret ettiğim "cins sanatçılar" topluluğu içine yazarım hep adını.
 
Lafı uzatmadan onun albümlerinde bizden bir renk olarak gördüğüm ve tabiri caizse albümlerine nükte gibi humor gibi bir anlam katan alaturka şarkılara değinmek isterim.  Fark ettim ki -kendi adıma- Yaşar'ın albümlerinde dinlerken beni en çok  keyiflendiren şarkılar bu alaturka melodilermiş.

96'da Divâne'de yer verdiği alaturka parça Günâhsız'dı. Güfte desen güfte, beste desen beste! Kısa ama tadına doyulamayan bir ûd taksimiyle başlayan parça aşığın yakarışlarını en ince yerinden dile getiriyordu. Çok cefalar eyleyen sevgiliye günâhlar yazılmasın diye dualar eden bu divâne, dizelerin arasına hüdâsından onu kendisine yâr  diye yazmasını da iliştiriyordu. Sonraki albümün göçmen kuşları da bu şarkıdan haber veriliyor "Aşkımı sersefil yaşarım da / Kuşlar da döner her bahar oluşunda" dizeleri öbür albümde "Sakın sen kuşlara uyma!" çağrısına dönüşüveriyordu. Velhasılı divân şiirini andıran o leziz güftesi, içinde "Doğudan ne ararsan var!" diyebileceğin bestesiyle tam anlamıyla Divâne'nin çifte kavrulmuş Türk lokumuydu Günâhsız.


 
Esirinim'de alın bir tane daha işte size  diyordu alaturka parçalar seslendirmeyi sevdiğini hiçbir zaman saklamayan sanatçı. "Seni Ezbere Aldım" ile bütün silgileri çantalardan atıyor, aşkı bitse de umudu süren sevdalara inanıyorduk. Bu şarkının 9/8'lik  hali,  oynak darbuka ritimleri, güftenin içine işleyen o muhteşem kanun resitali, şarkıda aşığın çektiği   tarifsiz acıyı hissetmemizi bir zerre olsun engelleyemiyordu. Hayaller ki konuşmazdı biliyorduk. Her şeye rağmen aşkı lades tutup aklımızda, başka albümlere veriyorduk kendimizi.  Bir parça alaturka ezgi olsun bekledik, durduk. Uzun süre kanunlar sustu, darbuka ve klarnet kuytu bir köşede uyudu.
 

Eski Yazlar'da Ahududu'yla avunduk, Hatırla'da Bu Bahar'a alaturka yaftası yapıştırdık,olmadı. Uzun süre  bir programda söylediği TSM klasiğine sığındık, Yaşamak Yalan'dı Belki.
 
 
 
Özlem,  Eski Yazlar albümü piyasadayken bir single ile giderildi. Denizin Tuzu buğulu bir  sesin ud, klarnet ve diğerleriyle adeta yeniden buluşmasıydı. Kimisi tarzının dışına çıkmış eleştirisi getirse de daha ilk albümden bu yana denemekten hiçbir zaman kaçınmadığı bir tarz oldu alaturka. Denizin tuzu güftece diğerlerini aratsa da melodisi tatmin ediciydi.
 
 
Bir TSM erbâbı olmasa da literatüre harika alaturka parçalar kazandıran Yaşar Günaçgün, Cadde albümünde yine güzel bir alaturka şarkıyı seslendirdi. "Yalnızım Hülâsa" listenin üst sıralarına eklenen naif bir şarkıdır. Bilmeyen, duymayan kalmasın isterim. Onun bundan sonraki her albümünde udun, kanunun tellerine dokunmasını, belki ekibe tamburayı, kabak kemaniyi de eklemesini dilerim.

Yaşar, arzu ettiği müziği sonucu ne olursa olsun hem de piyasa koşullarını da  elinin tersiyle iterek icra eden bir sanatçı. Gün geldi korsana karşı durdu ve yıllarca müzikseverle buluşmayı göze aldı, gün geldi icrasından büyük mutluluk duyduğu sert rock soundunu var olan soft parçaların adamı imajını kenara koyup albümüne hakim kıldı. "Akdeniz" diye tabir edilebilecek ve bir zaman sonra onu sığda bırakacak bir limana hiçbir zaman demirleyip kalmadı. Alaturka yaratımları da onun çok yönlü bir müzisyen olduğunu göstermiyor mu ?

7 Ocak 2016 Perşembe

SEYAHATNÂME: ST.PETERSBURG




Vize sorunu yokken kuzeyde görülesi yerlerin en güzeli diye tabir edilebilecek St. Petersburg'u anlatmak daha iyi olurdu belki ama her şeye rağmen Rusya'ya girmeyi başarabilenler için deneyimlerimizi paylaşmak isterim.

I.gün

22 Eylül Salı günü Denizli'den İzmir'e ulaşıyoruz ve hazırlanmaya da fazla vakit ayıramadan Adnan Menderes'in yolunu tutuyoruz. 
Benim için Rusya tam bir bilinmezlik. Eşim daha önce Rusya'da bulunmuş olduğundan daha rahat sayılır. İstanbul aktarmalı uçağımız için 22.10'da Atatürk Havalimanı apronunda yerimizi alıyoruz. Moskova aktarmasında pasaport kontrolünden rahatlıkla geçiyoruz (artık böyle bir şans yok) Vizesiz seyahat şansımız olduğu için memurun "Turist ?" sorusuna "Yes" diye cevap vermek ülkeye girmek için yeterli oluyor.   
Pulkovo'ya 08.00 civarında iniyoruz. Bagaj alımı sonrasında kalacağımız otele kadar havalimanında gişesi bulunan bir taksi ile 900 ruble (45 TL) karşılığında anlaşıyoruz. Yaklaşık 30 km için iyi para diyebilirim. Taksici tek kelime İngilizce bilmese de gideceğimiz oteli biliyor. Hava kapalı ve 17-18 derecelerde seyrediyor. Anlayacağınız Eylül'ün sonları olmasına rağmen İskandinavya'nın dibinde güzel bir havada tatil yapabiliyorsunuz.  Taksi ilerledikçe kafamdaki gri, sevimsiz, soğuk Rusya'da olmadığımızı daha iyi anlıyorum. Geniş yollar, düzenle inşa edilmiş ve korunmuş tarihi binalar şehir merkezinin dışında olsak da kendini göstermeye başlıyor.
Arabada bizi karşılayan ilk tarihi yapı 1941-1945 II. Dünya Savaşı anısına dikilen devasa heykel ve bu heykelin içinde yer aldığı kavşak. Bu meydanı ve devasa Lenin heykelini görmesem zamanında Sovyet rejimi altında sıkıntılar yaşamış bir ülkenin şehrinde olduğumuzu düşünmeyebilirdim. Taksi yaklaşık 20 dakikanın ardından şehir merkezine ulaştığında geniş caddelerin kenarlarında yaklaşık dört katlı geniş binalar karşılıyor bizi. Şehir tamamıyla 19. yüzyılın Barok mimarisi ile bezenmiş. Otelimize vardığımızda hayli yorgun hissediyoruz ancak yeni bir yer görmenin heyecanını da yaşıyoruz.

Balayı için seçtiğimiz otel Hermitage Otel ihtişamı ile bizi büyülüyor ve balayı için doğru adres olduğunu kanıtlıyor. Her şeye rağmen St. Petersburg'ta yalnız balayı için değil hemen her sosyal seviyeye uygun otel bulmanız ve rahatlıkla bu otellerde tatil yapmanız mümkün.

İlk gün planımızda şehrin sembolü diyebileceğimiz Hermitage Müzesi'ni gezmek var. Zaten bu şehre gelip de bu harika müzeyi gezmemek olmaz. Bu kararı almamızda müzenin çarşamba günleri 21:00'a kadar açık olmasının da payı oluyor. Otelin sağladığı servisle müzeye ulaşıyoruz. Müze biletlerini müze önünden alabiliyorsunuz ancak biz otelin içinde yer alan bilet makinesinden biletlerimizi temin ediyoruz. (600 ruble-18 dolar kişi başı)

Araçtan indiğimizde daha önce görmediğim büyüklükte bir meydan ve ortasında devasa bir dikili taş karşılıyor bizi. Meydanın bir yanında Hermitage diğer yanındaysa işlevinin ne olduğunu anlamadığımız görkemli bir bina yükseliyor.


Müze oldukça büyük bir sarayın odalarına kurulduğundan elimizdeki müze haritasını takip ederek müzenin neredeyse tamamını (neredeyse diyorum bir günde müzeyi gezmek çok da kolay bir iş değil)  ancak 5 saatte dolaşıyoruz. Harika tablolar, usta işi heykeller, Mısır, Asur ve Viking gibi medeniyetlere ait birçok parça müzeyi hiç sıkılmadan dolaşmamıza vesile oluyor. Müzenin içinde yer alan kafeler ve müze shoplar da işimizi kolaylaştırıyor.











Müzeyle işimiz bittiğinde hem oldukça yorulmuş hem de birkaç parça atıştırmalık dışında yemek yemediğimiz için acıkmış hissediyoruz. Müzeden çıkıp bölgenin cazibe merkezi Nevsky Prospekt (Nevski Caddesi)ne ilerliyoruz.  Daha önceden listemize aldığımız Gosti adlı restorana ulaşıyoruz. İçeri girdiğimizde caddenin en nezih mekanlarından birine gelmiş olduğumuzu hemen fark ediyoruz. Burası dekorasyonu ve sıcakkanlı çalışanlarıyla görülesi bir restoran. Kırmızı lahana, kırmızı et, sarımsak ve kremadan oluşan Borsch çorbasını deniyoruz. Ukrayna'ya ait bir lezzet imişse de Rus versiyonunu beğendiğimizi söylemeliyim. Ana yemek olarak bölgenin lezzetlerinden sayabileceğimiz ördek butu ve göğsü söylüyoruz. Akşamı aynı restoranda Rusya'da da "çay" diye telaffuz edilen çayımızı içtikten sonra Nevski Caddesi üzerinden 20 dakika kadar yürüyerek otelimize varıyoruz. St.Petersburg'ta gece özellikle Nevski Caddesi geç saatlere kadar canlı kalıyor ancak yine de ara sokaklara pek sapmamakta yarar var diye düşünüyorum.





II.gün
2. günün sabahında mükellef bir kahvaltı ile tura başlıyoruz. İkinci günde hedefimiz anakara diye tabir edebileceğimiz bölümde yer alan katedral, saray ve bahçeleri görmek var.

Nevksi Caddesi boyunca yürüyerek Kazan Katedrali'nin karşısındaki bizdeki D&R'a benzeyen Singer Kitabevinin kafesine kendimize zar zor yer bulabiliyoruz. Burada Kazan K. manzaralı masamızda kahvelerimizi yudumluyoruz. Bana kalırsa Kafe Singer'e mutlaka uğramalı bir şeyler içmeli ya da yemelisiniz.

St. Petersburg'da önceki güne göre daha sıcak bir hava olmasına rağmen kanal turu yapmayı planladığımız için sıkı giyinmişiz, gün boyunca hava sıcaklığı bizi zorluyor. Buranın kuzeyde yer aldığını ve akşamları havanın oldukça soğuduğunu belirtmek gerek. Her şeye rağmen şehri gezmek için bizim gibi Eylül ayını tercih edebilirsiniz.
Kafe Singer'den sonraki durağımız şehre ayrı bir hava katan Kazan Katedraliy'di. Bu Katedral içerisindeki her ayrıntısıyla şehrin görülmeye değer uğrak noktalarından biri. Katedral'e hem evlilik töreni hem de fotoğraf çekimi için gelen gelin ve damatlar ilgimizi çekiyor. Bu Katedral Nevsky Prospekt'in tam ortasında yer alıyor. 
Katedralin girişindeki İsa Hekyeli görülmeye değer.

Kubbe bezemeleri Ayasofya'yı andırıyor.


 Katedral'in ardından rotamızda buraya pek de uzak sayılamayacak bir mesafede bulunan Kutsal Kan Kilise'si bulunmakta. Soğanı andıran kubbeleri, şekerleme benzeri yapısı ile Rusların tipik ma'betlerinden biri ile karşı karşıyayız. Mekana adını veren kan 1900'lerin başında yaşanan bir suikaste ilişkin. Kiliseye bilet alarak giriliyor belirtmeliyim. İçerisi kilisenin dışı gibi öyle renkli öyle cıvıl cıvıl ki. Ortodoks kiliselerine has muhteşem minyatürler gördüklerimin içinde en canlı renklere sahip olanlarıydı diyebilirim. Adeta bir çizgi roman gibi Hristiyan kültürüne ait ögeler duvarları süslüyor.Kilise etrafında kanal boyunca yer alan hediyelik eşya dükkanlarından hediyelikler bakabilirsiniz. Çok uygun fiyatlar bulabileceğinizi düşünmesem de bir alternatif oluşturacaktır.


Mekanları gezdikten sonra şehrin bir kanallar şehri olmasını fırsat bilerek bir kanal turuna katılmayı böylece şehrin pek çok yerini zahmetsizce gezmeyi düşünüyoruz. 400 ruble vererek sayısı onları bulan bir tur firmasının teknesine oturuyoruz. Belli saat aralarında tekneler belli noktalardan kalkarak şehri saran kanallarda turistleri gezdiriyorlar. Tekne turlarının güzergahları farklı farklı olsa da pek çoğunun mutlaka uğradığı yerler var.


St. Paul & Peter Kilisesi ve kale önünden geçerken
Şehri oluşturan adacıkları birbirine bağlayan köprülerden biri.

Neva nehrinin şehri parsel parsel bölen kolları üzerinde bir masal şehrini dolaşıyor gibi bir hisse bürünerek gezdiğinizi bunun da yaklaşık 1 saat sürdüğünü söyleyeyim. Buraya gelmişken böyle bir tura bir ya da iki kere mutlaka çıkmalısınız.
Tekneden indikten sonra meşhur Petro (Peter) in sarayını ve yazlık bahçesini görmek için yola koyuluyoruz. Burası da yine Neva nehrinin kıyısında. Neva Nehri şehri iki parçaya ayıran bir boğaz görünümü katmış şehre. Hele geceleri İstanbul boğazında ya da Haliç'te olduğunuzu düşünüyorsunuz.

Mikhailovsky Bahçesinde bir süre dolaşıyoruz. Bu ve buna benzer bahçeler şehrin soluk almasını sağlıyor. Petro'nun yazlık bahçesinde de bir tur attıktan sonra dinlenmek üzere bahçe içinde hizmet veren küçük bir kafede oturuyoruz. Şehrin içinde yeme içme fiyatlarının Türkiye'dekine çok yakın olduğunu söylemeliyim.


 Akşam yemeğine kadar şehrin Neva nehrine bakan caddelerini dolaşıyoruz. Bir köpeğin sahibine poz verişini şaşkınlıkla izliyor, Hermitage Müzesinin diğer girişinde yer alan insan figürlü muhteşem sütunlarına ulaşıyoruz.  Yine  Hermitage Müzesinin yakınlarında bulunan bir mumdan heykeller müzesini dolaşıyoruz ki bize göre pek gereksiz bir ziyaret oluyor bu. (görürseniz girmeyin derim.)





Burada geçirdiğimiz zaman acıkmamız için yeterli. Önceki gün Gosti'de yediğimiz yemek gibi bir şeyler bulmak için Nevksy Prospekt'e çıkıyoruz. Foursquare sağ olsun uygulama bizi Zoom Cafe adlı mekana ulaştırıyor. Mekanın önündeki sırayı görünce vazgeçip karşıda yer alan Türk mutfağına yöneliyoruz ama ülkemizden binlerce km ötede bizim yine aynı biz olduğumuzu acıyla anlıyoruz. Tek bir garson dahi 10 dk boyunca bizimle ilgilenmeyince Zoom'un önünde sıra beklemeye razı oluyoruz. Siz siz olun o sırayı bekleyin ve boşalan bir masaya geçin Zoom'da. Zoom Kafe'nin sitesini de incelediğinizde "sıra bekleyin" sözünün arkasında duracak kadar kendine has bir mekan olduğunu anlayacaksınız. Yemek öncesinde yemeği beklerken oyalanmamız için verdikleri kağıtlara rengarenk kalemlerle resimler çiziyorum. Tam hayalimdeki gibi bir akşam yemeği yiyoruz. St. Petersburg'taki ikinci günümüzde de çok yorulmamıza rağmen bu yorgunluğa değen bir gezi olduğunu düşünüyoruz ve ertesi gün gezeceğimiz yerlere enerjimiz kalsın diye dinlenmeye çekiliyoruz.

III.gün

St. Petersburg'daki son tam günümüzü layıkıyla değerlendirebilmek için Neva Nehrinin karşısına geçip orada bulunan mekanları dolaşmayı düşünüyoruz. Bahsettiğim noktaya gidebilmek için St. Petersburg'un Moskova metrosu kadar  karmaşık olmayan demiryolunu kullanmak zorunda kalıyoruz. Rahatlıkla metro jetonlarımızı temin edip latin harfleriyle yazılan açıklamaları takip ederek karşı kıyıya ulaşıyoruz. İndiğimiz durağın adı Gorkovsky. Metro hattını hiç çekinmeden kullanabilirsiniz. Şehrin hemen her bölgesine sizi rahatlıkla ulaştırabilecek bir metro ağına sahipler. Öyle hiçbir adın latince karşılığı yoktu safsatalarına da inanmayın. Yalnız metro güvenlik görevlileri ve jeton satışı yapan memurlar İngilizce bilmiyor.


Karşıda bizi karşılayan ilk yapı muhteşem çini bezemeleriyle Kazak Camii'. St. Petersburg gezimiz Kurban Bayramı'na denk geldiği ve burada yer alan camii Müslümanların buluşma noktası olduğu için etrafta Türkleri, Kazakları, Özbekleri hatta Arapları görmek mümkün.

Orta Asya Türk mimarisinin izlerini taşıyan Kazak Camii.

Kıyı şeridindeki yürüyüşümüz boyunca Neva Nehrinin karşısında yer alan Hermitage Müzesi ve diğer tarihi yapıları karşıdan görme fırsatını da yakalamış oluyoruz. Kıyı bulunan ve  restoran olarak hizmet veren yelkenlinin de kıyıya farklı bir estetik kattığını fark ediyoruz. Tur şirketlerinin zengin turistleri yolmak için getirdikleri yakut ve safir gibi taşlardan yapılan hediyeliklerin satıldığı bir alışveriş merkezini dolaşıyoruz. -Her şeye rağmen bu merkezde bulabileceğiniz uygun fiyatlı hediyelikler de var- Yolumuzun sonunda şehrin kalesi ve kalenin içinde yer alan St. Paul&Peter Kilise'sine ulaşmayı umuyoruz. Tıpkı diğer müzelerdeki gibi girişte bilet alarak bu yapıya giriyoruz. Kalenin etrafı yukarıdan bakıldığında bir taç şeklinde kanallarla çevrili bu yüzden devasa kapıya bir köprü yardımıyla ulaşılıyor. Burası Rusya'nın Çarlık dönemine dair önemli bir merkez. Pek çok kralın ve kraliçenin mezarı bu kalenin içinde yer alan kilisde bulunuyor.






Bu kalenin içinde Rus devriminin önemli isimlerinin hapsedildiği bir hapishane ziyaretçilere açılmış. Buraya gelmişken bu hapishaneyi de ziyaret etmemek olmaz diye düşünüyoruz.

Kaleyi ve kiliseyi dolaştıktan sonra kalenin dışında yer alan minik bir büfede mola veriyoruz. Molanın ardından Neva nehrini ötesine yürüyerek geçmeyi planlıyoruz. Bunun için kıyı boyunca biraz yürümek ve Rusların Norveçlileri yenmeleri onuruna şehre diktirdikleri Anıt Deniz Fenerlerine ulaşmamız gerekiyor. Yaklaşık 20 dk içinde bahsettiğimiz yere ulaşıyoruz.

Bu heykelleri geçtikten sonra köprüler vasıtasıyla anakaraya ulaşmış oluyoruz. Köprülerin birinde insanlardan pek çekinmeyen sevimli bir dostu ölümsüzleştirmemek de olmaz.



Günün görülmesi gereken son tarihi yapısı St İsaac Katedrali. Şehrin en görkemli yapılarından biri. Bizdeki Ayasofya gibi ihtişamlı bir Ortodoks yapısı. Bu devasa yapının hem içini hem de balkonunu ziyaret etmek üzere iki ayrı bilet almak zorundasınız. Biz öncelikle 200'e yakın basamağı tırmanarak balkondan St. Petersburg manzarası görelim istiyoruz.




 Terastan St. Petersburg diğer adıyla Leningrad muhteşem gözüküyor. Bu balkondan şehri mutlaka görmelisiniz. Aynı merdivenleri inerek bu kez katedralin içini geziyoruz.




Katedralin hemen yakınında yer alan The Bronze Horseman heykeli önünde fotoğraf çektirdiğimizde St. Petersburg ufuklarında güneş kaybolmaya başlıyor.

Bu gece şehrin gece hayatı içinde biraz daha zaman geçirmeye ve şehrin sembollerinden olan köprü açılışlarını izlemeye karar veriyoruz. Akşam yemeğini önceki akşamlarda olduğu gibi yine sempatik bir kafede yiyoruz. Teplo adlı bu restoran tıpkı Gosti ve Zoom kafe gibi gidilesi görülesi yemekleri tadılası bir mekanı.


Şehir güneş battığında başka bir yüzünü, ışıltılı güzelliğini gösteriyordu.



Şehrin bu ışıltılı güzelliğini görmek ve gece 01.30'a kadar vakit geçirebilmek için akşam tekne turlarından birine de katılıyoruz. Şehir sokaklarında sizlere tekne turları satmaya çalışan kişiler göreceksiniz. Bunların sözüne kanıp saatlerce teknenin dolmasını bekleyebilir ya da bitmiş bir sefer için kendinizi tekne iskelesinde bulabilirsiniz. O yüzden direkt iskelelerden pazarlık yaparak tekne turuna katılmanızı tavsiye ederim. Tekneden indiğimizde de henüz saat erken olduğu için St Petersburg'un en ünlü caddesi Nevsky'de turluyoruz. Geç saatlere kadar canlı olan cadde üzerindeki mekanlarda bir şeyler içip şehirdeki son gecenin keyfini çıkarıyoruz. Dünya küçük dedirtecek ölçüde tanıdıklarla karşılaşıyoruz.  Saat 01.00 sularında Neva nehrinin kıyısına yeniden ulaşıyoruz. Yağmura rağmen birçok turist köprüleri en iyi gören noktalara doluşmuş köprülerin açılışını bir ayine hazırlanır gibi coşkuyla bekliyor. Açıkçası bu ritüelin nasıl olup da bu noktaya geldiğini çok merak ediyorum. Yağmur hızlanmış olsa da orada olmaktan büyük keyif aldığımızı fark ediyoruz. Altı üstü bir köprü açılıyor belki ama insanların coşkusu durumu izlenesi bir manzaraya dönüştürüyor.

St. Petersburg gezisi öncesi bu şehir görmek istediğim şehirler listesinin sonlarında yer alıyordu, bunu itiraf etmeliyim. Şehri görüp şehirde birkaç gün geçirince büyük bir hata ettiğimi anladım. Şehir masal ülkelerini andıran bir mimariye sahipti. Doğu kültürü ile Avrupa tarzının bir araya getirildiği şehirlerden biri gibiydi ki bu da güzelliğine güzellik katıyordu. Uçuşlarımızda herhangi bir aksama yaşamadan ülkemize döndük. Vize sorunu ortadan kalktıktan sonra Rusya'da listenize almanız gereken bir şehir St. Petersburg. İyi gezmeler.