25 Temmuz 2017 Salı

ADSIZ BİR BARİKAT ŞİİR - DİBE DOĞRU

                                                                                   
Aynamın bölük pörçüklüğünü unut, hayır yanıtla
Yüzüm yerel seçim öğütler başkalaştıkça
Yanılgan bir hava tahmin raporunda, diye ekledim
(Çünkü pek asaldır cinayet eğer intiharsa)
Konmasa da olur bir virgül gibiydim

Ey gece, gölgeni en içime kusuyorsun
Uyaran gözlerle oysa heceledim lambanı
Ya da acilen astım kendimi puantiye kravatımla
Fosforun o karanlığa ısrarla kekelediği
(Ve yüksek topuklarında fare çığlığı ön savaşmaların)
Bunu da yaz bak dibe doğru zirveme rastladım

Pantolonum muydu kısalan yoksa zaman mı pirim
Hep geciken itfaiyesinde pişmanlığın
İmge yazının tekkesinde(n) dönerken
Sordum şeyhine bir şehirden nasıl kaçılır

Sanma ki acıtmıyor gözümdeki koyu korniş
Beynimin bölük pörçüklüğünü unut, hayır bağışla
Ne ölmeye cesaretim ne yazmaya tarikatım

Adı da yok şu barikatın Dibe Doğru mu olsa?

                                                                      Sıtkı Silah

5 Haziran 2017 Pazartesi

OKUDUM: ALBÜM / SITKI SİLAH

Sıtkı Silah’ın üçüncü romanı Albüm geçtiğimiz günlerde Yitik Ülke Yayınları tarafından yayımlandı. Böylece yazarın romanlarının sayısı öykü kitaplarını geçmiş oldu. Haliyle Sıtkı Silah’ın omuzlarındaki öykücü apoletinin yanına romancılık yıldızını eklemek için hiçbir engel de kalmamış oldu.
Sıtkı Silah’ın ilk romanı “Büyülü Zamanlar” için yaptığım belirlemeyi Albüm romanını tahlil ederken-hiçbir harfini değiştirmeden- burada alıntılamayı uygun buldum: Silah, üstâd diyebileceğimiz yazarların tercih ettiği, riski olmayıp edebiyat dünyasında geçer akçe olan ancak artık kabak tadı verdiğini düşündüğüm tekdüze anlatımın ötesine çıkabilmiş genç yazarlarımızdan. Roman türündeki bu ilk yapıt yani Büyülü Zamanlar, yazara: ‘Öyküde neysem romanda da  oyum’ dedirtmiş.”Anlayacağınız birinci romanı Büyülü Zamanlar’da denediği üslubu, ikinci romanı Eylül Sokak No:6’da palindromik (tersten yazılışı kendisiyle aynı olan) tarza taşıyan yazar;yeni romanı Albüm’de şiirlerle örülmüş özgün bir anlatım biçimi ile taçlandırarak çıkıyor karşımıza. Bu anlamda Sıtkı Silah’ın çizgisini hiç bozmadığını söyleyebilirim.

Albüm, Necatigil dizeleriyle örülmüş bir roman. Yazar kitap boyunca yaşananlarla örtüşen unutulmaz Necatigil dizelerini uygun gördüğü paragrafların sonunda okuyucuyla paylaşıyor. Romanda edebiyat çevrelerinde “Hoca” diye anılan Necatigil’in sakin kişiliğinin,romanın kurgusunda duyumsayacağınız dinginliğe katkı sağladığını belirtmeliyim. Necatigil şiirlerinin tamamını okumuş bir şiirsever olarak bu dizeleri şiirdaşlarından bağımsız düşünmenin keyfini hala yaşıyorum. Albüm’de Necatigil etkisi diyebileceğimiz bu "dinginlik" ve "sonun belirsizliği"nde romanda üslubu irdelenen ünlü piyanist Chopin’in de katkısı olmalı, buna da değinmeden geçmemeli. 

Romanın başkarakteri Necati’yi Eylül Sokak No:6’yı okuyanlar hatırlayabilir. Eylül Sokak No:6’nın kadın karakteri Esin’in açtığı resim sergisinde anlatıcının tanıştığı at yarışı tahmincisi Necati’den bahsediyorum. Şiirlerindeki ve romanlarındaki kahramanlarını birbirleriyle ilişkilendiren, bazen bir roman kahramanı için şiirler yazabilen Attila İlhan’ın inceliği Albüm’e güzellik katmış. Yine Attila İlhan şiirlerinden anımsadığımız yalnızca küçük harf kullanarak yazma geleneği ise romana incelik katan diğer unsur bana kalırsa.

Başkarakter Necati üzerinden bir ekleme daha yapmalıyım: Sıtkı Silah’ın öykü ve romanlarında yer verdiği erkek başkarakterler, genellikle toplumdan soyutlanmış, toplumun kurallarıyla çatışan, çatışmaya rağmen kaderine razı olup kabuğuna çekilmeyi tercih eden, toplum nezdinde “başarısız olmuş” olarak sınıflandırılabilecek, entelektüel kişilerdir. Bu karakterleri oldukça başarılı bir biçimde okura sunan Silah’ın sonraki eserlerinde bambaşka kimliklere sahip karakterlere de hayat verebileceğine dair inancım sonsuz.

Yazar önceki iki romanında okura sıkılmadan, sonunda ne olacağını merak edip okunacak kurgunun ve akıcı yazı dilinin örneklerini vermişti.  Albüm de, genelinde görülen dinginliğe rağmen eşinden yeni ayrılmış, orta yaşlı bir erkeğin bir süre annesinin ve ağabeyinin yanında bu zorlu süreci atlatma çabasını bana merak içinde okutabilmeyi başardı. Merak unsurunun yalnızca aksiyon ögeleri taşıyan düz yazılarda olduğunu düşünmek kanımca safdillik olacaktır. Bu yüzden okurun Neco’nun ( Necati’ye bir kişi dışında herkes Neco diyor.) ayrılıkla sonuçlanan evliliğinin yaralarını at yarışı merakı ile atlatma çabasını keyifle takip edeceğini düşünüyorum.  

8 Mayıs 2017 Pazartesi

GÖNLÜMÜN CEZA-İ MÜEYYİDESİ


                                                                                                           
           İki haftadır ara vermeden yağan kar, sabah vakti semte rahat vermese dört günlük menemen diyetine bir bölümü küflenmiş çavdar ekmeğini temizleyip sert tulum ve acı siyah zeytini katık yaparak devam edebilirdi. Akşamları hayatta kalmak için tercih ettiği tek şeyin çubuk makarna oluşu ve son paketi dün gece halletmesi de evden dışarıya adımını atması için yeterli bir bahaneydi hâlbuki. Her şeye rağmen canı insan içine çıkmak istemiyor, sömestrin başladığı günden bu yana memleketine dönmeyi reddettiği gibi arkadaşlarının görüşme tekliflerini de yanıtsız bırakıyordu. Onu kendi elleriyle ördüğü bu zindana yani Menekşe Apartmanı’ndaki her geçen gün iyiden iyiye metruklaşan bu daireye hapseden kuvvet, yalnızca şehri bembeyaz miğferler takınmış haşmetli bir ordu gibi kuşatan kar olamazdı. Bir hafta önce yaşadıkları tartışma gözünün önünden gitmiyor, söylediklerinden ötürü pişmanlık duyuyordu. Çiğdem’e söylediği son sözlerin ağır kaçtığı ortadaydı. Kıskançlık ve alkol el ele verdiğinde kalbini değilse de dilini ele geçirebiliyordu. Ağzından çıkıveren sözlerin, elinin ayarı olmayan şakacı bir delikanlının tokadı gibi muhatabının suratına indiğini düşündü. Gücünü kağıda aktarıp bir şeyler karaladığında karşısındakini hiç acımadan yerle yeksan edebileceğini iyi bildirdi. Aynı dil, aynı parmaklar Çiğdem’i bir bahar akşamı tebessüm ettirip, hüzünlerini bir parça aşkla değiştirmeye ikna etmemiş miydi zaten? Günler sonra ilk kez gülümsedi. Düşündü: İnsan zihni hatırlamayı yoksa unutmayı bildiği için mi mucizeviydi?  Üç aydır aynı evi paylaşıyorlardı. O gidince ev eksik kalmış, evin duvarları yankılanacak bir tek kahkaha dahi bulamamaktan mahzun olmuştu. Böyle günlerde gitarına ve şövalesine sığınırdı. Önceki gece sabaha dek şövalenin önünde durmuş, fırçasıyla tuvale can vermeye çalışmıştı.  Resmin mükemmel olması için renk uyumuna özen göstermek, oluşturduğu kompozisyona neler katabileceğini düşünmek ona terapi gibi geliyor, sıkıntılarından bir süreliğine de olsa uzaklaşıyordu.  Aynaya baktı. Gözü pek iyi görünmüyordu. Gözündeki kılcal damarlardan biri çatlamış, gözünün beyazına kan oturmuştu. Canı sıkkınsa ve resme durmuşsa gözü mutlaka bu hale gelirdi. Gitarına davrandığı gecelerdeyse kâbuslar görür, sabaha sayıklayarak uyanırdı.

Çiğdem’e “Akdeniz’in küçük bir kasabasında deniz yoksulu olarak büyüdüm.” dediğini hatırladı. Çiğdem’se, Bozcaadalı bir deniz kızıydı. Kendisi için “Esrik kasabanın eksik kızıyım” derdi. Denizde doğmuş, denizde büyümüştü. Aynı deniz onu babasından etmişti. Birbirlerini tanımalarını ve sonrasındaki birlikteliklerini bozkırlara taşan sokakların denizlere çıkmasına benzetirlerdi. Doğup büyüdükleri coğrafyadan olsa gerek kendisi ne kadar hırçın, keskin ve alıngansa; Çiğdem o denli naif, sevecen ve kadirşinastı. Çiğdem’in kendisinde bir babanın çatık kaşlarını ve şefkatini aradığını duyumsayabiliyordu.
  
Bir sigara daha… Üst üste dördüncüsünü yaktığı şu sigarayla henüz çocukluk günlerinde tanıştı. Tütünün kokusu ne kadar iştahını kabartırsa kül tablasından yayılan kesif koku o kadar midesini bulandırırdı. Midesi yine bulanmıştı işte. Öksürmeye başladı. Öksürdükçe öğürüyor, öğürdükçe boş midesini alt üst eden eden her ne ise ağzına doluyordu. Aç karnına içtiği sigaraya bakıp tiryakiliğine küfretti. Öksürmekten gözleri yaşarmış, odanın ortasında iki büklüm yığılıp kalmıştı. Odaya şimdi biri girse bu salya sümüğe bulanmış yüzüyle üzüntüsünden hüngür hüngür ağlayan bir adamla karşılaştığını düşünecekti. Öksürüğü kesilince gözü odanın köşesinde son boşlukları tamamlasın diye Çiğdem’in o küçük ve beyaz ellerini bekleyen yapboza kilitlendi. Aklına Çiğdem’in ilkin ellerine vurulduğu geldi. Elleri hakikaten bembeyazdı. O kadar beyazdı ki Çiğdem’e ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum derdi. “Ellerin, ellerin ve parmakların / Bir narçiçeğini eziyor gibi / Ellerinden belli olur bir kadın / Denizin dibinde geziyor gibi…” dizelerini usulca fısıldadı.
 Uyuyakaldığını fark ettiğinde ikindi ezanı okunuyordu. Yapbozda yer yer belli olan Çiğdem’in çehresine akşamın son ışıkları vuruyordu. Doğum günü hediyesiydi bu yapboz. Çiğdem geçen yıl gittikleri bir gezide beraber çekildikleri  bir fotoğrafı yapboz olarak yaptırmış ve kendisine armağan etmişti. Bazen saatlerce başında durup bu devasa yapbozu tamamlamaya çalışıyorlardı. Birden tamamlanması imkansız gibi duran bir yapbozun başındaymışçasına içi sıkıldı. Çeksem gitsem buralardan, zaten pek iyi gitmeyen üniversiteyi bıraksam, memlekete dönsem diye geçirdi içinden. Dişlerini sıktı. “Bu ceza fazla.” dedi kısık bir sesle. Bu ceza fazla Çiğdem! diye bağırdı. Sesi odada yankılandı. Biri olsun istiyordu yanında, biri olsun ve onu çılgınca bir şey yapmaktan alıkoysun. Bu terk edilmişliğe dayanamıyordu. Ağlamaya başladı. Tıpkı bir çocuk gibi hıçkırıklarının esiri olmuştu. Yalnızlığına mı ağlıyordu? Bir başkası bu halini görmesin diye böyle yalnız kalmak kendi tercihi değil miydi? Çiğdem ya bir daha hiç dönmezse diye düşündü. Nefes alışverişleri hızlandı. Sehpanın üzerinde duran kül tablasını alıp duvara fırlattı. Kül tablası duvara çarpar çarpmaz tuzla buz oldu. Her yer cam kırıklarıyla dolmuştu. Kalan yalnız kalıyorsa giden insafsız değil miydi? Ağlaması şiddetlendi. Yüzünü avuçlarının arasına alıp yalvarırcasına “Bu ceza fazla!” diye belli belirsiz bir sesle inledi. Ağlaması birden kesildi. Tüyleri diken diken olmuş, bir daha asla görüşemeyecek olma ihtimalinin zihninden geçmesi kanını dondurmuştu. Bunca zamandır arayıp sormadığı için Çiğdem’e tarif edemediği bir öfke duydu. Ağzından küfürle karışık birkaç söz döküldü. Sevmekle nefret etmek arasındaki o ince çizgide voltalar atıyordu.  Pijamasının koluyla, akan burnunu ve ıslanan gözlerini sildi. Çiğdem’e ulaşmak zorundaydı.  Çiğdem iki hafta olmuş ancak eşyalarını almak için bile eve uğramamıştı. Yoksa başına bir iş mi gelmişti? Bu kez telaşlandı. Pencerenin kenarında durdu, yeryüzünün bembeyaz bir örtüyle kaplı oluşuna hayret etti.  Kaldırımlar, evlerin çatıları, balkonlar, ağaçların dalları, keresteden yapılma telefon direklerinin kuzey yüzleri karla kaplıydı. Sokaklar gelip geçen arabalar yüzünden teker izleriyle çamura bulanmış, yer yer buz tutan kısımlarda kayıp düşmemek için dikkatle yürümeye çalışan birkaç insan kaldırımlara ayak izlerini bırakmıştı. Bu kısa molanın ardından Çiğdem yeniden düştü aklına. Onu bir başkasıyla görme ihtimaline dahi katlanamıyor, bu fikir aklından geçecek olsa midesine ateş topları iniyordu. Daha önce de tartışmışlardı fakat bu daha öncekilere benzemiyordu.
Midesine iki lokma girsin diye mahalle bakkalından bir şeyler aldı. Geçen haftadan kalma bir gazeteye göz attı. Bir şiir kitabını raftan seçip okumaya çalıştı. “Bir gün seni bırakırım ya / Tütünü bırakmak gibi bir şey olur bu.” dizelerinin altını çizdi. Arka arkaya iki sigara yaktı. Şiirleri okudukça kendini cezai müeyyidesi şu karlı günle başlayıp dünyanın sonuna değin bu hastalıklı aşkın esiri olmayla devam edecek olan bir mahkûm gibi hissetti. Çiğdem’den başka bir şey düşünemez olmuştu. Özlemi her saniye bir çığ gibi büyüyor, bu büyük yükün altından kalkamayacağını duyumsuyordu. “Yaratım acıyla beslenir.” diyen amcasını geldi aklına.  Gitarını eline aldı. Gitar huzur kalesinin anahtarıydı. Gitarın tellerine dokundukça yüreğini saran o kapkara kurumlar dökülüyordu sanki. Dışarıda kar hızını artırmış, cama vuran taneler kendince bir ezgi tutturmuştu. “Yine kar yağıyor sokaklara” ağzından dökülen ilk dizeler oldu. Birkaç saat bu yeni şarkıyla uğraştı. Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadan gece bastırmıştı. Parmak uçları tellere vurmaktan morarmıştı. İzmarit dolu kül tablasını burnundan olabildiğince uzak tutarak dolmak üzere olan çöpe boşalttı. Yeniden öğüreceğini sandı. Bu kez bir bardak su ile öksürük krizini bastırmayı başarmıştı.  Salona döndüğünde az önce hayat bulan şarkının notaları ve bozuk bir el yazısıyla kağıda işlenmiş güfte koltukta duruyordu. Koltuğa oturup sözleri bir kez daha mırıldandı.   
Yerinden fırladığı gibi pijamasını değiştirip kabanını giydi. Gitarını kılıfına koyup gururunu portmantonun üzerinde bıraktı. Çiğdem’e gidiyordu. Dağda bir avcı kulübesi kadar mahkûmdu ona, mecburdu. Hızlı adımlarla apartmandan çıktı. Zamanın ya da mekânın bir önemi kalmamıştı. Dışarıda kar tipiye dönmüştü. Dikkatli adımlarla mahalleyi geçip caddeye indi.  Son seferini yapan sarı dolmuşlardan birine yetişebilirse binip karşıya geçecekti.  Çiğdem yanına taşınmadan önce yaşadığı arkadaşının evinde olmalıydı. Caddede araçlar oldukça yavaş seyrediyor, bir iki polis kaza yaşanmasın diye çırpınıyordu. İleride bir kamyondan belediye işçileri yola tuz serpiyor, adamın biri yolun kenarında aracının tekerleğine zincir takmaya çalışıyordu. Tipiye neden olan rüzgar artık kendini iyiden iyiye hissettiriyor, insanlara evlerinin yolunu tutmasını öğütlüyordu.  Uçuşan atkısını montunun içine sokuşturup bir dolmuşa kendini zor attı. Dolmuşta üç beş insan vardı. Bir süre tıngır mıngır ilerlediler. Şükür ki kar şiddetini yitirmişti. Dik bir yokuşu yavaş yavaş çıktılar. Yokuşun başından Boğaziçi köprüsüne doğru manzara bir araç selini andırıyordu. Gecenin karanlığında stop lambalarından oluşan bir gelincik tarlasında yüzdüğünü düşünüyordu. Çiğdem’den şu kopasıca dili için son kez af dileyecekti.

Olmadı. Köprüyü geçip hızla yol alan dolmuş, hain bir virajda şarampole yuvarlandı. Çiğdem haberi gazeteden öğrendi. Kazada ölen gencin cebinden çıkan kağıtta yazanları bütün ülke okumuştu: Uzaklaşıp giden arabaların / Arka stop lambalarına bakıyorum / Biri ben biri sen / Biri yanmıyor biri yanıp yanıp sönüyor…    

7 Nisan 2017 Cuma

OKUDUM: EMANET HİKÂYELER - NECİP TOSUN

Öykü okumalarım yoğun bir biçimde devam ediyor. Günümüz öyküsüne vakıf olabilmek adına makalelerini okuduğumuz Necip Tosun'un öykücü kimliğiyle ilk kez tanıştım.  Kitaba dair ilk sözüm: Bu kitap benim rahatımı kaçırdı, oldu. Bir eser üzerimde birkaç etkiden birini yapabilmişse o eseri iyi buluyorum, hemen belirteyim. Bu etki tanımlamalarından biri "rahat kaçırmak".

Emanet Hikâyeler, rahatımı kaçırıp beni hayat üzerinde düşündürdü. Tosun'un hafızasını yitiren bir babayı, Doğu'dan göçle gelmiş yoksul bir ailenin küçük kızını, mahalleden arkadaşı simitçi Hasan'ı anlattığı öyküler bam telime dokundu. Bu öykülerin dışındaki öyküleri de pek çok yönden sağlam bulduğumu söyleyebilirim. Her şeyden önce Tosun kısa cümleleri ve akıcı üslubuyla okuru sıkmadan öykü boyunca konsantre edebilen bir yazar.

Necip Tosun için "Bu işin kitabını yazmış" tabirini kullanmak pek de yanlış olmayacaktır. Tosun'un öykü dünyamıza ilişkin kuram ve araştırmaları geçtiğimiz yıllarda raflarda kendine yer bulmuştu. Bu yapıtlar Türk öykücülüğüne, özellikle de yakın dönem öykü yazarlarına ışık tutan eserlerdi. Doğruyu söylemek gerekirse Emanet Hikâyeler'de bu işin kitabını yazmış adamın izlerini sürekli göstermek Tosun öykülerini az da olsa kötü etkilemiş

Tosun öykülerini sunarken "bir hikaye anlatıcı"nın gözünden  yazım sürecini okura duyumsatmak istiyor. Bu vasıtayla iyi bir öykünün nasıl yazılması gerektiği de okuyucuya hissettiriliyor.  Bu kitaptaki pek çok öyküde bunu gözlemlemek mümkün. Kendi adıma böyle öykü yazmanın bir tarz olduğunu kabul ediyor ancak öykünün tadından bir parça götürdüğünü düşünüyorum. Pek tabii Tosun usta bir yazar ve öyküye gönül vermiş bir üstâd. Emanet Hikâyeler'in birinde yazarımız öykülerde hakim olan üslupları okura sunup bunları kullanmanın bir  tercih olduğunu  ve bu tercihler ne olursa olsun yazarın kaderinin eleştiriye maruz kalmak olduğunu anlatıyor. Bu durum tespiti dahi Tosun'un öykülerine dair eleştirilere öyküleri içinden verdiği hazır cevaplardan biridir.  Bu anlamda Necip Tosun, öyküleriyle okuru öykü üzerine düşünmeye mecbur ediyor.

Emanet Hikâyeler'de neredeyse her bir öykünün bir duayene atfedilmesinin de öykülerde hoş bir dokunuş olarak kendini gösterdiğini söylemeliyim. Tosun, Oğuz Atay, Sait Faik Abasıyanık, Mustafa Kutlu, Orhan Kemal, Hulki Aktunç, Ömer Seyfettin gibi isimleri öykülere serpiştirilmiş eser adlarıyla anıyor. 

Kitabı edinmeyi düşünen okura bir tavsiyem olacak. Ben ilk öyküyü -Dağların Çağrısı- tesadüfen Ezginin Günlüğü'nden "İnsan Sever Bir Kere" şarkısını dinleyerek okudum. Öyle bir denk gelmiş ki, öykünün bu şarkı için yazıldığını düşünmeye başladım.
 Sözün özü öykü tutkunlarının edinip okuması gereken naif bir öykü kitabı Emanet Hikâyeler.  

5 Nisan 2017 Çarşamba

2016'DA TÜRK EDEBİYATINA "NİTELİKLİ-NİTELİKSİZ" PENCERESİNDEN BİR BAKIŞ

Türk edebiyatının lokomotif dergisi Varlık’ın Ocak 2017 sayısı geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Dergi, editörü Enver Ercan’ın da sunu yazısında belirttiği gibi yıllardır hasret kaldığımız “Geçtiğimiz Yıl Değerlendirmesi” dosyasıyla karşımıza çıktı. Pek çok yazar ve eleştirmen 2016’daki yazın etkinliklerini kendi pencerelerinden değerlendirmişler. Feridun Andaç, bu dosyanın ilk yazısını kaleme almış. Özellikle roman, öykü ve deneme alanında 2016’nın dikkat çeken eserlerine değinmiş, 2016’da eserleri raflarda yerini bulan Elif Şafak, Ahmet Ümit gibi bilindik yazarların “çoksatar listesi”ne giren eserlerine eleştirel bir bakış açısı ile yaklaşmış.


Varlık’ta bahsettiğim yazı dizileri içinde en çok Necip Tosun’un yazısı dikkatimi çekti. Yazı boyunca 2016 özelinde 2000 sonrasında gelişen Türk edebiyatının sorunlarına değinmiş Tosun. “Nitelikli” edebiyatın ve bu edebiyatı okurla buluşturan nitelikli yayın evlerinin –pek tabii dergilerin de-  azalmasından yakınmış. Tosun, internet ve son on yılda okuyucu üzerindeki etkisini iyiden iyiye artıran sosyal medya gerçekliğini kabullenmiş; bu unsurların edebi ürünlerin okurla buluşmasındaki payından ve yayıncılığın bu gerçekliğe göre şekillenmesi gerektiğinden dem vurmuş.

Necip Tosun’un geçtiğimiz yıl ve edebiyat ortamının bugünkü hali konusundaki pek çok tespitine katıldığımı söylemeliyim. Sözlerinde karşı çıktığım ve komik bulduğum tek tespit; özellikle popüler dergicilik diye adlandırdığı –yazarın kastettiği dergiler, sanatçı portrelerinin illüstrasyonlarını içeren kapaklarıyla raflarda yakın zamanda görmeye başladığımız; gençler tarafından yoğun talep görüp çok okunanlar listesine giren kültür-sanat dergileri sanıyorum – oluşumun “nitelikli” diye sıfatlandırdığı edebiyatı yozlaştıran etmenlerden saymasıdır.

Sanat var olalı beri hangi ürünün nitelikli hangi ürünün niteliksiz olabileceğine dair pek çok hipotez ortaya atılmıştır. Çoksatar olması, geniş kitleler tarafından takip ediliyor oluşu bir eseri “nitelikli” kılmazken böyle olması onu pek tabii niteliksiz gösterebileceğimiz anlamına da gelmez. Hem değil midir ki Türkiye’de okura ve edebiyata elitist yaklaşan, tabiri caizse burnundan kıl aldırmayan dergiler-edebiyatımızın amiral gemileri- edebiyatı okurdan bunca uzak hale getirmiştir?

Tosun’un bahsini ettiği, popüler deyip “nitelikli”den ayırdığı dergiler, hiç kuşkusuz genç kitlelerin sevdiği; değer verdiği isimlerin düşünce yazılarına yer vererek elitist edebiyat dergilerinin ördüğü aşılması zor o duvarda bir geçit olmuştur. Bahsi geçen dergilerin edebiyat için yenilik diye sayabileceğimiz bir değer ortaya koymadığı ortadır ancak bu genç nesli okumaya teşvik ettikleri, edebiyatımızın soy yazarlarını araştırma hevesi ile doldukları gerçeğini ortadan kaldırmaz.

“Bir ayda binin üzerinde eser yayımlama önerisi aldığımız derginin aylık tirajı sekiz yüzü geçmiyor.” demişti bir derginin editörü. Hem de Tosun’un bahsini ettiği nitelikli dergilerden birinin editörü etmişti bu lafı. “Eserini yayımlatmak isteyen yazar dahi acaba eserim yayımlanmış mı? diye dergiyi almaya tenezzül etmiyor.” diye de yakınmıştı. 2016 da sanıyorum böyle sorunlarla karşılaşmaya devam ettiğimiz bir yıl oldu. Tosun’un değerlendirmelerinin sonunda altını çizdiği sosyal medya gerçekliğini içselleştirmek sanıyorum ki bu sorunun çözülmesinde bizlere yol gösterecek. Özellikle elitist yayın çevreleri bu gerçeği görerek hareket etmeye başladı. Bir çöplüğü andıran sanal edebiyat aleminde, genç kitleyi okumaya ve üretmeye yöneltebilecek bunu yaparken niteliğini de koruyacak bir yayıncılığın tesis edilebileceğine inandığımı bildirerek son veriyorum yazıma. 2017 şaheserler okuyacağımız  bir yıl olsun.

*Yazı sanatlog.com adresinde yayımlanmıştır.
Murat Gil

27 Mart 2017 Pazartesi

LEBLEBİ TOZU YEDİREN, GAZOZ İÇTİREN ÖYKÜLER: MAHİR ÜNSAL ERİŞ




 

Meddah öykücülüğü diyebileceğimiz bir tür ile modern öykünün kapılarını 19. yüzyılın sonlarında zorlayan bu coğrafyanın çocukları, 21. yüzyılın hemen başında özgün bir öykü dünyası yaratmayı başarabildi. Bu süreç, Türk edebiyatında modern öykü denemelerinin ilk temsilcileri Aziz Efendi, Samipaşazâde Sezâi ve Ahmet Mithat’tan günümüzün genç öykü yazarlarına, yüzlerce sanatçı sayesinde yaşandı. İlk modern öykü türüne yaklaştığını düşündüğümüz Muhâyyelât’ın (Aziz Efendi, 1796) üzerinden -dile kolay- iki yüz yirmi yıl geçmiş. Hoş, “Aziz Efendi’nin tek ilginç yanı, yeni bir öyküye, evrensel anlamıyla bir öyküye kaynak olabilecek tek özelliği olayları tarih ötesi bir zamanda geçirmesine karşın, yeri İstanbul’un 18. yüzyıl yaşamından seçmiş olmasıdır[1]diyor Selim İleri.  Muhayyellât’ta İstanbul yansımaları, öykücülüğümüzde gerçeğe, gerçekçi kavrayışa ilk yaklaşımlar sayılabilir.[2]diye de ekliyor.

Muhayyelat, kadim anlatma geleneğimizden farkını hiç kuşkusuz içerikte cinleri, perileri, masalsı kahramanları tutarak fakat mekân olarak kendi çağının kentini seçerek ortaya koydu. Eserin üretildiği devir düşünüldüğünde bunun edebi bir devrim olduğu aşikârdır.  Pek tabii Türk öykücülüğü, iki yüz yirmi yılda Muhayyelat’ın üzerine görkemli bir bina inşa etmeyi başardı. Evrensel öykücülükteki modern bölünme, Maupassant ve Çehov’la yaşanmış; bizde bu türlerin meşalelerini Sait Faik Abasıyanık, Ömer Seyfettin, Memduh Şevket Esendal gibi isimler taşımıştır.

Sözü öyküdeki kurgusal devrimin öyküde zamana aykırı mekân seçimi ile gerçekleştiği bilgisiyle açarsam Türk öykücülüğünün son dönemde okurda ilgi uyandıran eserlere imza atmış yazarlarından olan Mahir Ünsal Eriş’e daha manalı bir başlangıç yapabileceğimi düşündüm.

Mahir Ünsal Eriş, yayımladığı iki öykü kitabı “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” ve “Olduğu Kadar Güzeldik”  ile Türk öykücülüğünde son dönemde eksikliği hissedilen takibi kolay kurgu ve dilde yalınlığı geri getiriyor. Bunu yaparken  zamansal ve mekânsal samimiyeti elden bırakmıyor. Nedir zamansal ve mekânsal samimiyet diye sorulsa, cevabım: Yazarın mesaj verme kaygısı taşımadan yaşadığı kültürü, yaşadığı zaman dilimi içerisinde nasıl görmüş ya da yaşamışsa öyle anlatması olur. Biliyorum ki Türk edebiyatı, taşra görmeden taşrayı,  savaşı görmeden savaşı, direnişte bulunmadan direnişi anlatan pek çok yazara çöplük olmuştur. Bu tabir anlam bakımından çok sağlıklı olmasa da “samimiyeti” yakalayan yazarlar adlarını sonraki kuşakların defterlerine yazdırabilmişlerdir. Düşüncem odur ki Eriş, bu defterlerin ön sayfalarında adına yer bulabilecek bir yazar olabilir.

Selim İleri’ye göre öykücülüğümüzde dil devrimini gerçekleştiren sanatçı Memduh Şevket Esendal’dır. O, öyküleri dergi ve gazete köşelerinde kalmasına rağmen ilk kez dili yapay bir edebiyat dili olmaktan kurtarmış ve yalın söyleyişle gündelik konuşma dilini öyküye adapte ettirebilmiştir. Esendal öykücülüğünde güçlü bir söyleyiş göze çarpar. Okur, yazarın hangi yazımsal aşamalardan sonra bu noktaya eriştiğini duyumsamaz. Bu yönüyle Esendal ile benzeşen Mahir Ünsal’ın iki seçkide yer verdiği öykülerinde, pürüzlü, takılı kalmış noktalarla karşılaşmıyoruz.

Çocukluğunu seksenlerin sonu ile doksanların başında Balıkesir’in taşrasında (Bandırma, Erdek …) yaşamış biri yazar olan Mahir Ünsal Eriş, hem edebiyatımızda yeni yeni yer almaya başlayan doksanların Türkiye’sini ele alması hem de taşrayı taşradan bakarak başarılı bir biçimde anlatan genç yazarlardan biri olmayı başarması bakımdan öne çıkıyor. Doğrusu hemen her yazar eserlerinde çocukluk yıllarının bilinçaltı zindanlarına uğrar. Mesela Ömer Seyfettin hamasi diye adlandırılabilecek öykülerinde dahi sokaklarında yürüdüğü Gönen’i okura duyumsatır. Öyle ki Sait Faik Armağanı ödül töreninde Doğan Hızlan’ın Sait Faik’le Mahir Ünsal’ı ruh ikizi olarak gördüğünü belirtmesine nazire edercesine demeli ki: Eriş hemşehrisi Ömer Seyfettin ile Sait Faik’ten çok daha büyük ortaklıklara sahiptir. Bu ortaklık yalnızca çocukluklarının geçtiği Balıkesir taşrası değil, öykülerini kurgularken kullandıkları yöntemlerdir de. Lafı uzatmadan eklemeli: Çağdaş öykücülerden Füruzan’da, Vüsat O. Bener’de söylediğim çocukluğa yolculuk daha net gözlemlenebilir. Özellikle Vü’sat O. Bener sıradan, gündelik olguların ardındaki yaşantı zenginliklerini, bilinçaltında tıkalı kalmış yaşama parçalarını belirtir öykülerinde. Konuyu anlatışta (kimi zaman konu ötesine varan bir anlatış bu) betimleme yoluyla, alışılmış öykücülüğün dışına çıkartır.[3]

Eriş’in öyküleri okuru bir çırpıda saran ve asla yormayan naif dilinin yanı sıra doksanlı yılların taşrasını yaşatması bakımından da önem arz ediyor. Yukarıdaki alıntıda yer alan ve günümüz okuru ile öykünün arasını açan “konu ötesine varan anlatış” arayışı Eriş’in öykülerinde bulunmamaktadır. Bu yazarın daha geniş kitlelerce okunmasını ve öykünün sokağa taşınmasını kolaylaştıracaktır.

Her kuşağın önemli toplumsal travmalara şahit olduğunu söyleyebiliriz ancak doksanlı yılların Türkiye’si ne Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki zihniyeti, ne de ellilerde geneli çiftçi olan taşralı emekçilerin yaşam tarzını bünyesinde barındırır. Serbest piyasa ekonomisi ile küreselleşen dünyaya uyum sağlama adımlarını yeni yeni atan ülkede darbe sonrası hakim olan apolitik hava, aynı dönemde çocuk ve genç olan bireyleri derinlemesine etkilemiş; televizyonun toplumların yapısına etkisi iyiden iyiye görülmeye başlanmıştır. Sokaktan odalara tıkılmanın arefesi yaşanmaktadır. Bu dönemin çocuğunun bir gözü mahalledeyken bir gözü televizyondadır artık.  Bu çerçeveden bakıldığında Mahir Ünsal Eriş’in öyküleri bahsi geçen döneme ışık tutan ilk başarılı örneklerdendir. Onun öyküleri okuru Marmara’nın kırsalında, kıyı kahvelerinde, ilçe düğünlerinde, otostopla seyahati yeni yeni tanıyan genç dimağlarda dolaştırır.

 Bütün bunların ışığında Eriş’in iki öykü kitabına sığdırdığı kırka yakın öyküyü çok önemli bulduğumu belirtmeliyim. Haldun Taner’in ellili yılların Türkiye’sinde büyük kentin hastalıklı ürünü sonradan görme zenginlerini yansıtması, Orhan Kemal’in toplumda sürüp giden ekonomik çatışmaları ve sınıfsal farklılaşmaları işaret etmesi, Sabahattin Ali’nin acımasız, yüreksiz, insanlıkdışı yöneticilerin karşısına toplumun dört bir yanından kopup gelmiş kumpanya tiyatrolarını, şarkıcı kadınları, değerleri horlanmış erkek oyuncuları, hatta ezilmiş fahişeleri çıkarması ne ise Mahir Ünsal Eriş’in okurun masasına doksanlı yıllarda önceki on yılın travmalarını tamire uğraşan Anadolu taşrasını taşıması o derece değerli bana kalırsa.

Mahir Ünsal Eriş, seksenli yılların başında dünyaya gelmiş ve çocukluğunun izlerini otuzundan sonra-geç mi kalmış buna zaman karar verecek-  kaleme döküp okura ulaştırabilmiş bir yazar. Doksanlı yılların konjonktürünü kendince yansıtan çağdaşı meslektaşlarından farklı olarak Eriş’in üslup bakımından özgünü yakaladığını belirtmem gerekir. Yazarın özgünlüğü pek tabii aynı dönemde eserler vermiş, kesit öyküsü geleneğine uyarak olabildiğince kısayı ve yoğunu arayan bunu yaparken bilinçaltının dışavurumunu gerçekleştiren yazarlar gibi değil de klasik öykücülüğün kurallarından çekinmeyip olanı olduğu gibi, diğer bir deyişle samimice dile getiren bir yazar olmayı tercih etmesindedir. Söylediğim husus ilk kitabı “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde”den ziyade Sait Faik Hikâye Armağanı’na layık görülmüş “Olduğu Kadar Güzeldik”te daha da belirginleşiyor. Bu ikinci kitap sonrakiler adına okura büyük umut veriyor.

Bir yazara işini öğretmek, eserlerinde kullanacağı dili ya da mekânı dikte etmek haddimize değil ancak Eriş’i bekleyen en büyük tehlike içine düştüğü tekrarlar. Öykülerinin tamamına yakını birinci kişi anlatımına sahip. Anlayacağınız “kahraman bakış açışı” tekniğinden vazgeçmiyor yazar. Yazar bir Çin kıssası- “Kurbağalar gökyüzünü kuyunun ağzından görünen kadar sanırlarmış.” ile duruma açıklık getirmeye çalışsa dahi hikâyelerinin belki de var olma sebebi olan Balıkesir ve taşranın öykülerinde sürekli yinelenmesi ile benzer bir tehlikeye daha adım atıyor.  Bunların çokça tekrar ediyor oluşu öyküleri anı türüne yaklaştırıyormuş gibi geliyor bana, bunun da yazarın yazın dünyasındaki diğer çalışmalarında bir kısırlığa neden olabileceğini düşünüyorum. Yazar o kuyunun suyunda daha uzun beklememeli ve kuyudan dışarıya sonraki öyküleriyle sıçrayabilmeli.  
*Yazı  daha önce sanatlog.com sayfasında yayımlanmıştır.

 

 



[1] Selim İleri, Türk Öykücülüğünün Genel Çizgileri, Türk Dili Dergisi, Temmuz 1975,sayı 286, s.2
[2] a.g.e
[3] a.g.e