23 Kasım 2013 Cumartesi

ÖĞRET-MAN

Birlikte olduğumuz sürece üç şeyi davranışa dönüştürebilirsem kendimi başarılı hissedeceğim: Sev, umudunu yitirme, hoş gör.

Bir ortaokul müdür yardımcısının Erol Taş misali  “Senden hiçbir şey olmayacak, senin o gitmeyi çok istediğin lise de hayalden öte bir şey değil” deyişinin insana bir şeyler katabileceği ilk öğrendiğim şey  olmuştur. Çok değil 4 yıl sonra bir rehberlik öğretmeninin üniversite tercihinden anlamayışının da fayda getirebildiğini son öğrendiğime katmışımdır.

Vernik kokan sınıflarda onlarca öğretmenin öğrencisi oldum. Kimileri tahtaya bir şeyler karaladı, kimileri yüreğime.

Öğretmen çoğu zaman aileden biridir. İlkokul öğretmenimin “kırmızı kurdelayı” sınıfta en son bana takmasını babamın yıllarca bana bisiklet alamamasından daha çok taktım,  hatırlıyorum. Uzun süre, öğretmenimin sevdiği ; sevdiğim, nefret ettiği; nefret ettiğim oldu.

Ortaokulda müzik öğretmenimin sesine hayrandım ve onun gibi söylemekti tek derdim. Lisedeki matematik öğretmenimin “Yakışıklı, sen yanıtla bakalım şu soruyu” deyişi şimdi bile yanaklarımı pembeleştirir.

İmparator S. dersi saygı duruşu ile açıp omuzlarda terk ederken ne hissederdi,  hiç bilemedim. Motor F. gözlerini kapatıp 45 dakika boyunca hiçbir köşesi olmayan çemberin bir analitiğe sahip olduğunu anlatırken kafasından neler geçerdi ?  Ş’leri diğer seslere göre daha vurgulu söyleyen bayan coğrafya öğretmenimiz, sinirlendiği bir gün önündeki sıralarda ağzının içine bakan 50’ye yakın erkeğe  “ Özel hayatınızda hepiniz büyük sıkıntılar yaşayacaksınız, bunu unutmayın ” derken yaptığı kehanete nasıl da inanırdı, bilemeyeceğim.

Her insanın kafasında geçmişinden, okul sıralarından izler var. O izler annenin babanın çentiklerinden çok daha derine atılıyor. Bazen camdan bahçede oynayan ufaklıklara dalıyorum. Uzun uzun, oynayışlarını; birbirleriyle didişmelerini izliyorum.  Onlar gibi koşuyor, havadaki keskin kömür kokusunu o günlerdeki gibi duymayı özlüyorum. Sonra birden döndürüyorum başımı, bir bakıyorum ki tahtanın önünde elinde tebeşiriyle bekleyen bir adam. En kötü gününde dahi gülücükler saçması mecburiyetini bilen bir adam.  Tahtaya yazmayı reddeden, “Gençler, şimdi yürekleri açıyoruz.” diye bağıran…

Yüreklerini sonuna dek açmış, çıkacakları büyük serüvene hazırlanan o gözleri gören bu adam ne mi diyor içinden: “Her gün sınıfa girip mutsuzluğumu yırtıp atıyorsunuz ya,  iyi ki tahtanın önünde beklemeyi,  iyi ki her an gülümseme mecburiyetini,  iyi ki bu büyük yolculukta sizlere rehberlik etmeyi seçmişim.” diyor.   

Seviyor, umudunu yitirmiyor, hoş görüyor.





19 Kasım 2013 Salı

"CADDE" BİR GÜFTEDİR HÜLÂSÂ



Yaşar Günaçgün’ün Cadde albümü, sanatçının 9.stüdyo albümü olarak müzikseverlere sunuldu. Diğer 8 albümde olduğu gibi şarkıların besteleri hakkında tatmin edici değerlendirmeler yapabilecek dostlar tanıyorum. Ben müziğin inceliklerinden pek anlamayan biri olarak besteler hakkındaki düşüncelerimi Cadde’de akordeon, klasik gitar ve tabii ki buziki nağmelerini duymaktan keyif aldığımı belirterek sonlandırmalıyım sanırım. Birkaç albümdür sesini alçaltan, melodilerini dinginleştiren sanatçının Cadde’de Akdeniz’in o derin yarlarını döven dalgalar gibi coşarak güftelere can vermesine  “özlemişiz o tizleri, o çıkışları” dediğimi de eklemeliyim. 
Yazımda az buçuk anladığım işle uğraşarak, şiirle müziği aynı potada eriten bir ses sanatçısı olan Günaçgün’ün Cadde albümündeki 3 güftesine vokabüler ve imgesel açıdan yaklaşmaya çalışacağım.

Yaşar şarkılarına muhteva açısından yaklaştığım yazımı okuyanlar hatırlayacaktır (Burada) Yaşar’ın şarkılarının pek çoğu şiirlerde olduğu gibi şerh gerektiren yapıtlardır. Yaşar’ın her albümünün bir teması olduğu aşikâr. Zirveye çıktığı ilk üç albümde sanatçının genel olarak “güzelleme” tarzında karşımıza çıktığını görmüştük. Bu albümlerindeki şarkılarında ayrılık dahi olsa sevgiliyi yücelten ve geri dönüşü arzulayan bir ses dinleyiciyi kendine esir etmişti.  Cadde albümünde 2 şarkıda imzası, bir şarkının güftesinde de yardımı bulunan sanatçının çocukluk arkadaşı Alper Arundar’ın güftelerini albümden ayrı düşünmezsek Günaçgün’ün albümüne -sanatçının albüm tanıtımında da söylediği gibi- “ayrılık” temasını yakıştırmak  hiç de yanlış olmayacaktır. Albüm dinlendiğinde 7 şarkının direkt, üçününse dolaylı olarak ayrılık temasının üzerine kurulduğu görülecektir. 

Yaşar Günaçgün imzası bulunan 3 şarkının güftelerine biraz göz atalım.

CADDE
Sanatçının albüm çıkmadan uzun yıllar önce konserlerinde ara ara mırıldanmayı sevdiği bir parçadır Cadde ki hem albüme adını vermiş, hem de güfte olarak albümün yıldızı olmayı başarmıştır. Öyle ki baştan sona hikemi(öğretici) üslubun egemen olduğu, sanatçının yıllar içinde nasıl demlendiğini ispatlayan bir beste Cadde.  Günaçgün şarkıya şarkının bütününe hakim olacak duyguyu bir soru ile aktararak başlıyor: “Nedir o akan yazık yaşına / Zaten hep yalnız değil miyiz ?”.  Bu girizgahın ardından hikemi tarzda belirlemesini yapıyor: “İki kişiliktir aşk aslında / Bitirmekte birinciyiz.” Sanatçının hemen bütün albümlerinde kendisini naiflikle hissettiren hoşgörülü sitemine harika bir örnek teşkil ediyor bu dizeler. Sevgiliye sitem; kırmadan, dökmeden genelleştirilerek veriliyor.
Cadde görklü bir şarkı. İmgeleri sağlam, öğreticiliğiyse güfteyi asla banallaştırmayan, kurulaştırmayan…
“Ağlama çiçeğime su / Çiyle gelen çiçek buğusu” bu dizeler şairin düşündürmeyi sevdiğini de gösteriyor. Dizeleri dinlediğinizde ya sevgiliye “ağlama, çiçeğimin suyu gözlerindeki yaşlar değil çiyle gelen çiçek buğusudur” diyen birinin sesini duyuyor ya da “çiçeklerini bir ağlama duvarına dönüştüren aşığın gözlerindeki buğu”ya dokunuyorsunuz.
Cadde’nin nakaratıysa şarkının bütününe yakışır bir hikemilik ve lirizm taşıyor Geliriz belki yan yana / Bir akşamüstü caddede / Bilirsin ayrılıklar kalbe / Sevmeyi öğretir aslında”

GÖZLERİNDE SABAH
Albümde Cadde ile birlikte parlamaya aday bir güfte. Günaçgün’ün bir geri dönüş çağrısı niteliği taşıyan şarkısı Gözlerinde Sabah. Bir ayrılığın yanlışlığını altını çize çize vurgulayan sözlerle bezeli bir beste. Güftede aşık mübah olduğu için gözlerini görmeye geliyor sevgilinin ki bu Divan şiirinin mazmunlardan biridir. Sevgilinin gözlerinin dışında her uzvu aşığa haramdır, gözler aşığa helal kılınmış tek yerdir: Gözlerinde sabah oluyor aşkım / Açıyorsun pencereni / Aşığa mübah dediler geldim / Görmeye gözlerini…” Sanatçı şarkının girizgâhında varlık nedenini bildirdikten sonra ayrılığı ve kaçışı tercih eden sevgiliye seslenir. Bu bölümde de hem Halk hem de Divan geleneğinde sıklıkla kullanılan “dermansız dert” ve “hekim” mazmunları kullanılmıştır. Günaçgün, sevgiliye seslenir ve değerinin kendisinden başka hiçbir kimse tarafından bilinmeyeceğini haykırır. Çağrısına cevabı  hasreti senelerle çarpmadan, sabır taşı çatlamadan beklemektedir ki böylesine bir gidişin ardından bile Günaçgün’ün tüm albümlerindeki  “yücegönüllü içe dönüşü” sezilir. Sanatçı nakarat boyunca gönlüne seslenir ve “Yan yürek yan sönüp de ne yapacaksın / Yanacak,yanacak, yanacaksın”der. Şarkının en çok dikkat çeken dizeleriyse kuşkusuz sevgiliye seslendiği son noktadır: “Bırak biraz kendini / Bırak bulur uçurtmalar gibi / Bu gönüller gidecek yerlerini…”

SEVMEMİZ LAZIM
Albümde güftesel bir değerlendirme yapacağım son şarkı Sevmemiz Lazım. Sanatçının Cemal Süreya hayranlığı sanatçıyı yakından takip edenler tarafından çok iyi bilinir. Günaçgün, yıllar boyunca bestelerinin arasına bir Cemal Süreya şiiri katması için hayranlarından çok talep almıştır. 9. stüdyo albümü Cadde bu beklentilerin mutlu sona erdiği bir albüm olmuş, Günaçgün, “cins şairin” kızının da onayını alarak “San” şiirinden bazı dizeleri, Yunan ezgilerinin kulakların pasını sildiği “Sevmemiz Lazım” şarkısında kullanmıştır. Şiiri hatırlamak gerekirse:

Kırmızı bir kuştur soluğum 
Kumral göklerinde saçlarının 
Seni kucağıma alıyorum 
Tarifsiz uzuyor bacakların


Kırmızı bir at oluyor soluğum 
Yüzümün yanmasından anlıyorum 
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa 
Dörtnala sevişmek lazım. 


Günaçgün, Sevmemiz Lazım’da günlerin kısalığından dem vurarak sevgiliyle her an yan yana olma arzusunu dile getirmiş. “Ne lazım, ne lazım bana sana / ne lazım, ne lazım anlasana”diyerek istifhamın göklerinde dolaşmış ve  cevabı da kendisi vermiştir: “Bence bizim/ uykusuz gecelerimiz / korkusuz sevişmemiz/kuşkusuz sevmemiz lazım”. Süreya’nın şiirinin bütün şarkıya sindiği ortadadır. Şiirin son dörtlüğünde yer alan imgelere şarkının son bölümünde rastlarız:

Bence bizim
Yoksuluz gecelerimiz çok kısa
Dört nala sevmemiz
Sevişmemiz lazım

Günaçgün albümlerinde güftelerin başarısı hiçbir zaman vasatın altına düşmemiştir. Güftelerin hemen hepsinin imgesel ve vokabüler altyapıları sağlamdır. Bunda bestekârın iyi denebilecek bir şair olmasının payı çoktur diyebiliriz. Cadde albümünde hem bestesi hem de güftesi ile gönüllere kazınabilecek 10 parça var. Koleksiyon rafınızda bir yer açın Cadde’ye mümkünse A9 rafı olsun. Keyifle dinleyin!



2 Kasım 2013 Cumartesi

KRONİK BİR SORUN OLARAK; İŞ ARKADAŞLARI

Malumumuz, hayata 1 kez geliyoruz. Korkmayın bu cümleden başlayıp yaşamın anlamına dair boyumdan büyük cümleler kurmayacağım. Sadece birkaç tespit ve soruyla kendimce dertleşmek niyetindeyim.
"Hayatımıza girmiş kişilerin ne kadarını kendimiz seçiyoruz veya seçemiyoruz?" sorusundan başlayabiliriz. Aile üyelerimizin haricinde pek tabi ki belli şartlara bağlı olarak iş arkadaşlarımızı seçmek konusunda da özgür sayılmayız. Sözünü ettiğim "iş" kendi işiniz değilse tabi. Burada benimle aynı kaderi paylaşan ücretli arkadaşlarımdan biraz daha yazıya yaklaşmalarını rica ediyorum. Uyku konusunda bir Da Vinci ya da Einstein değilseniz, gününüzün önemli bir bölümünü uyuyarak, en az o kadar önemli bölümünü de iş yerinde geçiriyorsunuz. Yaptığınız işin niteliği konusuna girmeyeceğim. İşlerin zorluklarından dert yanmak değil niyetim. Ama şu "iş arkadaşı " mevzuunun elzem bir konu olduğunu (acısıyla tatlısıyla deneyimlediğimden) rahatlıkla söyleyebilirim.Mobing gibi adli boyutu olan durumu bu yazımın tamamen dışında tuttuğumu da belirtmek isterim.

    Günümüz insanoğlunun her mide gazına bir çare veya başka bir deyişle sektör yaratabilmiş olan kapitalizmin "iş arkadaşı" tümünden gelerek "iş arkadaşı terörünü atlatmanın yolları", "iş arkadaşını fırsata dönüştürme", " iş arkadaşı ve sabır", "iş arkadaşı ya sabır", "iş arkadaşı dünyanın sonu değildir" gibi özellerle nasıl bir fırsat yaratamadığını şaşkınlıkla farketmiş durumdayım.
      Tecrübenin sabitlediği kadarıyla bize kendimizi hep pozitif hissetmemizi salıkveren o ünlü kişisel gelişim zırvalarına bir kez olsun kulak verip de gününüzün çok güzel geçeceğine kendinizi inandırdıysanız, bunun keyfini ancak güne gülümseyerek başlayıp iş yerine adım atana kadar çıkarabilirsiniz. Sonrasında sizi bekleyenler; insan normallerinin çok üstünde ego seviyesi, hiç olmasa daha samimi duracak birkaç samimiyet sekansı, "hepimiz ekmek derdindeyiz ama profiterolüm için  neler yapmam" bakışı, hastalıktan kıvrandığınızı gördüklerinde meydana gelen travmatik bir 3 maymun durumu,"ne yapıyorsak kurum için yapıyoruz, kişiselleştirmeyelim" maskesi vb.
  Haksızlık etmeyeyim, hayatımın belirli döneminde tanıştığım çok samimi iş arkadaşlarım da oldu, onları ayıran özellikeri de söz ettiğim virüslerin kendilerine bulaşmamış olması.
Demem o ki, iş arkadaşı mevzuu kalbimde bir yaradır, umarım hayatınızın hiç bir döneminde bu prototiplerle bir araya gelmemişsinizdir, seri üretimine geçilmiş olduğunu ürperek gördüğümden, klişe bir mülakat sorusundan hareketle, kendinizi 5 yıl sonra nerede görüyorsanız onlar orada olacaklar, eminim.

Alkım Ateş

20 Ekim 2013 Pazar

SEVGİ GÖZLÜĞÜ

İnsanların kusurları vardır, bilirsiniz. Kusurlar insanın süsüdür kanımca. Kusurları salt fiziksel görünüş ile ilgili algılamamalı elbette. Nasıl ki hiçbir şair birbirinin kopyası şiirler yazamaz,  insanlar da hayata tutunmaya çalışırken aynı olaylar karşısında tıpatıp tepkiler veremezler. Bu farklılıklar bazen bize kusur olarak da görünebilir.

Ne kadar alakalıdır kestiremiyorum ama fiziksel kusura ilişkin üstâd Cemal Süreya'nın sözleri hala hatırımdadır. Günler kitabında 29.Gün'de kaleme almış bunları Süreya. "Güzel kadın ?" diye soruyor kendi kendine ve bakın nasıl bir cevap veriyor:  "Güzel kadın biraz başka benim için . Her şeyi güzel olacak, öyleyken bu güzellik ufak bir noktada aksayacak (Burnun çok küçük ya da çok büyük olması gibi) Yani bir kıymık çirkinlik taşıyacak"

Kadında güzelliği kendince yorumlayan ve çirkinliği diğer adıyla kusuru estetik bir öge olarak algılayan Cemal Süreya'nın sözleri bana nedense sevgi ve tahammül kavramlarını yeniden düşündürdü.

Kusuru sevdiğinde estetik bir unsur olarak sayan göz, sadece sevgiyle bakıyordur bana kalırsa. Biz buna sevgi gözlüğü adını verelim. Sevgi gözlüğünü her insan yakıştıramaz kendine. Aynada kendine bir süre baktıktan sonra bu bana olmadı, yüzüme küçük geldi gibi bahanelerle gözlüğü kenara bırakanlar çoğunluktadır ki insanlığın var olduğu günden bu yana "hoşgörü"nün azlığından şikayet edişlerimiz bu yüzdendir. En çok annelerimize yakışır değil mi o rengarenk gözlükler? Onlar bir kere taktılar mı gözlüklerini size başka bir şeyin ardından bakamazlar. Sabahtan akşama kadar odanızda kös kös oturup da bir işin ucundan tutmasanız, dişe dokunur bir iş yapmayıp üstüne hizmet bekleseniz, bütün bunların yanında iş yapmıyorken var olan düzeni de bozsanız o gözlüklerin ardında 1 yaşındaki o masum yavrucaklarsınızdır.

Sevgi gözlüğünün ardından baktığınızda etrafınızdaki insanların kusurlarını göremezsiniz. Bazı sevgi gözlükleri kusurları sizlere şirin mi şirin detaylar  olarak bile gösterebilirler. Gözlükler gözünüzdeyken mutlusunuzdur. Bu gözlüğün gözden çıkması çoğu zaman üç şekilde gerçekleşir: İlk ve en önemli sebep aynanın karşısına geçip "Bunlar sanırım bana yakışmıyor, bu görüntümden sıkıldım demenizdir" - ki acıdır bu evet-  İkincisi birileri gelip" Çıkar artık o gözlükleri, onların ardından gördüğün gibi değil dünya" diye fısıldadığında gerçekleşir, siz bir telkin sonucu çıkarmışsınızdır bu gözlüğü-ki bu daha da acıdır diğerinden - Üçüncüsünü yaşadığınızı genelde yüzünüze yediğiniz okkalı bir tokatın ardından asla çıkarmak istemediğiniz sevgi gözlüğünün kırılan camlarını ve uzağa fırlayan çerçevesini  toplamaya çalışırken anlarsınız.  Öyle ya da böyle o gözlüğü çıkardığınızda gözlükleri yeniden taksanız da eskisi gibi görme ihtimali ortadan kalkmıştır.

Evet acıdır bu, ondan da bundan da, diğerinden de

Sevgiyle kalın... 

16 Ekim 2013 Çarşamba

İZLEDİM: JAGTEN

Uzun zaman önceydi, bir tanıdığım bana insanların kendisi hakkında ne düşündüklerinin umurunda olmadığını söylemişti. Ben de içimden insan kendini bilirken başkalarının onun hakkında ne düşündüğünün ne önemi olabilir ki diye geçirmiş, hak vermiştim ona. Jagten'le karşılaşıncaya kadar... 

Düşünün ki şehirden uzak küçük bir kasabada peşinizi bir türlü bırakmayan bazı dertlerinizin üstesinden gelmeye başlamışsınız. Eşinizden ayrı olmanın verdiği yalnızlığı, uzun yıllardan beri annesiyle yaşayan oğlunuzun artık yanınızda yaşamak istediğini belirten talebi ile yenmek üzeresiniz. Kasabanın sakinleri, özellikle de evlerin erkekleri ile yıllar öncesine dayanan harika bir dostluğunuz var. Kasabanın kreşinde çocukların kendileriyle ilgilenmesinden en çok keyif aldığı öğretmensiniz, hem sevdiğiniz işi yapıyor hem de kendi yağınızla kavrulmuş oluyorsunuz.  Hayır, bitmedi; kreşte işe ve ortama yeni ısınan genç ve güzel bir göçmen bayanla işi pişirmek üzeresiniz ki değmeyin keyfinize. Anlayacağınız hayat tam da sizin arzu ettiğiniz çizgide ilerlemeye sonunda karar vermiş.

Doğru tahmin ettiniz,hayatın bu kadar yolunda gitmesi fırtına öncesi sessizliği çağrıştırıyor. Çok geçmiyor ve bir anda işler karışıveriyor, en yakın arkadaşınızın hayal dünyası oldukça geniş, yolda yürürken çizgilere basamayan minik kızı Klara hayatınızı alt üst eden açıklamasını kreşin yaşlı müdiresine yapıveriyor bir akşam üstü. "Ondan nefret ediyorum, o bana şeyini gösterdi !". Sadece kreş müdiresinin kulaklarında yankılanmıyor bu yafta, önce Klara'nın annesinin kulağına sonrasında bütün kasabaya ulaşıyor. Eve dönmek üzere olan oğlunuza tedbir kararı geliyor polisten, çiçeği burnunda sevgiliniz sizin çocuk istismarcısı olduğunuzu düşünüyor, pek tabii en yakın dostlarınız da. Hayat bir nevi dibe vuruşu yaşatıyor size.  Polis sorgusu ve hakimin karşısında aklanıyorsunuz belki ama artık çamurun izini yüzünüzde taşıyacağınızı anlıyorsunuz.

Amerikan filmlerinin hiçbir derinliği olmayan o popülist kurgularından bıkan ve yepyeni soluklar arayan sinemaseverler için Avrupa sineması, özelde de İskandinav sineması iyi örnekler barındırıyor Ben Norveç sinemasından Erling'i izlediğimde de aynen böyle etkilenmiştim o da başka bir yazının konusu olur belki. Jagten ise Danimarka sinemasının sanırım medâr-ı iftiharı. İngilizceye The Hunt, Türkçeye ise Onur Mücadelesi olarak çevrilmiş. Başrolde kendisine çamur atılan masum insan rolüyle  Mads Mikkelsen'i görmekteyiz.  Harika bir oyunculuk örneği sunuyor bizlere Lucas karakteri ile Mads. Büyük dertleri olan o küçük insanın koskocaman bir iftira altında nasıl direnebileceğini oynamıyor resmen yaşatıyor.. 

Film boyunca filmi izleyen pek çok arkadaşım gibi dişlerimi ve yumruklarımı sıktım. Pek tabii filmin empati yaptırma gücünden kaynaklanıyor bu. Sizi izlence boyunca rahatsız eden filmler vardır, onlardan biri Jagten. "Gün gelir de benzer bir yaftaya maruz kalırsam ne yaparım ki?" sorusunu sordurtan bir film. Ne yalan söyleyeyim, "Orada öyle yatıp filmi izliyorsun da ya böyle bir şey başına gelseydi ?" sorusunu sordurtan filmlere bayılıyorum. Bu tarz filmleri de genellikle Hint,Avrupa ve Güney Amerika sinemasında bulabiliyorum.
Jagten'i izleyin, izlemeyenlere duyurun. Bir insanın haksız yere dışlandığı ortamda yaşadığı tarifi zor sürece tanık olun, onun yaşayabileceği ruhsal çöküşü hissetmeye çalışın, fazla da kaptırmayın kendinizi sonra günlerce etkisinden çıkamıyorsunuz. İyi seyirler...

5 Ekim 2013 Cumartesi

İKİ YAKADA HÜZNÜN ADI: CUMARTESİ

Bugün burada cumartesi. Yorucu bir cumanın ertesinde asık suratlı, puslu bir gökyüzü karşılıyor bizleri. Sabahın bu saatinde pek çok evde telaşsız bir fokurdama duyuluyor demliklerden. Telaşı olmayan insanların telaşı olmayacak düşünme mesailerinin müjdesini veriyor çaydanlıktan aheste aheste tavana yükselen buhar.


Müziksiz olmaz. Hele dingin  ve soğuk bir cumartesi sabahı, notaların sımsıcak tınlaması olmadan gerinmez, yorganın altından başını göstermez. Radyoların düğmelerine basılıyor. Frekanslar can acıtıcı şarkılara kilitlenmiş kalmış gibi cuma akşamından. Mikrofonun ucundaki bayan üç cumartesi şarkısı dinleteceğini söylüyor şimdi ve biz sevgili dinleyicilerine dönüyor : “Bugün orada da cumartesi mi, sen de beni benim kadar özledin mi?”

Aklıma gelen ilk cumartesi şarkısı değil elbette  Feridun Düzağaç'ın “Orijinal Altyazılı” albümünde söylediği. Hafızamı yokladığımda ilk olarak 2001 yılında Nilüfer’in “Büyük Aşkım” albümünde yer verdiği Cumartesi ile karşılaşıyorum. Adnan Ergil’in imzası olan şarkının sözlerinde, buna benzer  soğuk bir ekim sabahını arıyorum:  “Ne dünden kolay / Ne yarından zor / Ortasındayım ömrün / Senden uzakta olmak çile, ne yapsam çekilmiyor / Altın kafeste bülbül bile ille de yuvam diyor” diyerek kadife sesiyle bam tellerine dokunuyor Nilüfer. Sesi öyle yıpratıcı ve bir o kadar besleyici ki. Adı sadece bir gün ismi olan şu şarkıya can veriyor, gün görgüsü kazandırıyor. Şarkıyı dinlerken acıyorum cumartesiye ve ne acı diyorum bir gün isminin ertesi olmak. Kendi kendime soruyorum onca kelime varken bu şarkının adı neden böyle diye:“Bu dünyanın bahçesinde kayboldum gidiyorum / Bir sevdanın pençesinde gitgide eriyorum/ Ne günden haberim var ne de geceler belli / Ya salı ya da çarşamba, belki de cumartesi / Sanki yanındaymışım gibi hayaller görüyorum / Sana bir şey olmasın diye dualar ediyorum”

Cumartesi,  insanın düşün günüdür. Edebiyatçı için yazın günüyse, kiracıya taşın günüdür. Öğretmenin en sevdiği gün değildir mesela cumartesi, öğrenciyse ne cuma kadar sever ne pazar öğlesi kadar nefret eder ondan. Ertesidir işte en sevilenin, pek tabii öncesidir de bir nefretin.

Ne demiştik bir düşün günüdür, bir muhasebe defteridir. Feridun Düzağaç da 2003’te çıkardığı albümündeki Cumartesi’de açmıyor mu kara kaplı defterini, altını çizmiyor mu günün ve anlamın : “Bakışların gittiğin yerden uzak/ yoksa gelirdim / Sensiz anlamsızlığımı anladım dön vs. demek için” deyip eklemiyor mu? “Bugün burada cumartesi  / ben senin saçlarını / suçlar bakışlarını/ geveze susuşlarını bile özledim”

İçinde şu zavallı günün adının geçmediği ve inatla Cumartesi diye anılan tek şarkıdır Yaşar Günaçgün’ün bestesi?  Bir şarkı bu kadar mı olur peki adıyla müsemma? Bir şarkı bu kadar mı  "Benim temam ayrılık, hüzün, yalnızlık vs. değil cumartesidir der!"  
“Başım önde sen gönülsün  / gelirim ben çağırıyorsan / Beni burada koyuyorsan / Ağlarım sanma” -- “Seni geri istiyor bu gönül  / Bir uykuda esniyor bu gönül  / Şu dünyada bir sana döndüm ben / Şu garip yüzümü” – “Seni geri istiyor bu gönül  / Bu uykudan uyandır özümü / Şu dünyada ayrılığın lüzumu / Var mı gülüm bana söyle”

Askerliğin ilk günleri… Her sabah karga botunu giymeden başlayan içtima! Ayazın anavatanı Kütahya! Sonunda sıcak bir yere girmişiz, koskocaman bir salon. Kamuflajda gizlediğim el radyosu, kulaklık tek kulağımda. Stüdyo konuğu cumartesinin yaratıcısı, hayal meyal hatırlıyorum: Besteler için kapanmıştım bir otel odasına, bir şeyler karalıydı tahtada diyor, bir sürü şey. Bir çizelgeydi belki de, günler, aylar, hafta sayıları... Başka bir şey yazmak için silindi hepsi ama elimde isim arayan bir şarkımla tahtada silinmeye direnen bir isim kaldı. İşte böylece şarkımın adı bir anlamda 'kader'i Cumartesi oldu. 
Bir düşünün ağabeyler, bu sözünü ettiğim  şarkılar farklı suretlerde yaşayıp aynı cumanın ertesini anlatan kardeşler değiller mi?  Öldürecekseniz de hakkını verin bu yiğitlerin, aşk gibi özlem gibi yalnızlık gibi bir tema icat etmiş bu üç adam: Cumartesi…



Not: Bu yazıyı yazdıktan aylar sonra çok sevdiğim Yunanlı bir sesin; Antonis Remos'un "Ta Savvata"-Cumartesi adlı harika bir şarkısının olduğunu öğrendim ve pek tabii şaşırdım. Sanatçıları Cumartesi üzerine şarkı yazmaya iten şeyin ne olduğunu inanın ben de merak ediyorum. Cumartesinin belli ki dayanılmaz bir çekiciliği var.  Remos'un şarkısındaki sözlerin bir bölümü şu şekilde:


Bir şey değiştirir trafik ışıkları düşerken
Pireos'ta, Kifisias'ta
Böyle bir gün, bir şey değiştirir öncekiler gibi
Şehir bir mutluluk damlasını arar
Kapıyı tut, ay geçsin
Odada gezinsin ve sonra gitsin
Bu dünya hep başka yere gitmek için konuşur
ve hep senin gözlerinde durur
Sana 'bana bak' söylüyorum, bana 'istemiyorum' diyorsun
Mucizelere nasıl inanmazsın?
Başka günlerde anlarım da
Cumartesilerde nasıl sevemezsin beni?








21 Eylül 2013 Cumartesi

OKUDUM: İÇİMDEKİLER

3 arkadaş…
3 mum…
3 şişe…
Karanlıkta mum ışığında titreyen gölgelerimiz
Gibi çarpıyordu kalbimiz
Maskesiz olmanın verdiği korkuyla
Ve sigara kokusu gibi içimize sinmişti
Söylediğimiz en gizli sözler

Lisede aynı sıraları paylaştığım değerli arkadaşım şair / yazar Mert Yüksel ilk kitabı “İçimdekiler” ile okura merhaba dedi. Deneme ve şiirlerden oluşan bu kitabı henüz kendisinden haberdar olmayan okura tanıtmak, yapıtın sırlarını ele vermeden kısaca değerlendirmek diğer hiçbir yapıtın eleştirisinde olmadığı kadar mutlu ediyor beni. Keza Yüksel, devamının geleceğini umduğum kitapların ilkini bizlerle buluşturarak genç yazar adaylarına karanlıktan önlerini göremedikleri yayıncılık yolunda ışık tutmuş ve ilham verici olmuştur.
Yukarıda da belirttiğim gibi sanatçının şiir ve düzyazılarının yer aldığı bir eser “İçimdekiler”. Cinius Y4ayınları tarafından yayımlanan kitapta Yüksel’e ait 35 şiir ve 4 adet de öykü ve denemeden oluşan düzyazılar bulunuyor.

   35 şiirin 35’inde de sözcüklerde hece hece damıtılmış samimiyeti, dizelerdeyse ilmek ilmek işlenmiş saf aşkı ve aşkın dışında pek çok duyguyu bulabiliyorsunuz. Samimiyet şiirde önemli ölçütlerden biri kanımca. Hele ki günümüz Türk şiirinde hasret kaldığımız bir unsur. Yüksel şiire yepyeni bir soluk getirmek derdinde değil. Şiirde yeniyi değil samimiyeti arıyor belli ki. Kimselerin anlayamayacağı, hiçbir zeka parıltısı taşımayan imgelerle boğmamış dizelerini. Şiirler bir çırpıda okunuyor ve şairini hiçbir karanlık nokta bırakmadan anlatıyor.  Sanatçı fikrini de duygusunu da samimice açık etmiş okura anlayacağınız.  Buradan şiirlerinde imgeye, mecaza, söz oyunlarına hiç başvurmamış anlamı çıkmasın. Başta da belirttiğim gibi samimiyeti ve yalınlığı hiçbir zaman elden bırakmadan, olması gerektiği gibi şiirini saydığım anlam unsurlarıyla bezemiş sanatçı.

Gelin yukarıda anlatmaya çalıştığımı birkaç dize ile ispatlamaya çalışalım: Sanki uzanabilsem koparabileceğim / o yasak elma gibisin / kötülüğün saklı güzelliği… &   Birbirimize anlattık / gerçek hikayelerimizi / aynı hikayelerdi / hiç farkı yoktu / seviyorduk / fakat tek bir sorunumuz vardı / sevilmiyorduk dizeleri Yüksel’in şiirindeki üslubu, dizelerindeki yalınlığı ve anlam derinliğini çok güzel özetliyor.

  Şiirler biçimsel olarak serbest şiirin izlerini taşısa da dizelerde herhangi büyük bir şairin kokusunu alamıyorsunuz. Bu anlamda özgün sayılabilecek şiirler kaleme alan Yüksel’e yöneltilebilecek tek olumsuz eleştiri bazı dizelerde gereksiz tekrarlara düşmüş olmasıdır.  Şiirde müzikaliteye önem veren biri olarak şiirlerde ses uyumunun ikinci planda tutulması da kenara aldığım notlardan biridir.

Deliliğin sınırında yaşıyorsak ikimiz de
Sabahlar karanlık, geceler aydınlık bize
Aşk ve sevgi adına yazamıyorsak şiirlerimizi
Suç bizde değildir.
  
    Yukarıdaki dizelere benzer pek çok dize sanatçının lirizme yaslandığının kanıtı. Şiirlerinde toplumsal kaygı yok denecek kadar az. Bununla birlikte coşkun bir lirizm kendisini, aşk, yalnızlık, sitem gibi duygu ve durumlarla gösteriyor. Şiirlerde ölüm, metafizik gibi kavramlar da lirizmi destekler nitelikte. Ölüm ve yok oluş şiirlerdeki duygu derinliğinin oluşumunda hayli faydalı olmuş.



“İçimdekiler”  sadece merhaba ben de buradaydım diyen bir yazarın ilk ve son kitabı olmayacaktır. Yüksel, şairlik ve yazarlık yeteneğini bu ilk göz ağrısının ardından bizlere göstermeye devam edecektir diye umuyorum. Keza Türk edebiyatının ve özellikle de şiirinin karamsarlığın karanlığında boğulduğu, belli belirsiz soğuk imgelerin ağından bir türlü kurtulamadığı şu günlerde böylesine samimi, yalın ve cesaretle atılmış adımlara ihtiyacı var. Yolun açık olsun sevgili arkadaşım! 



KİTABI SATIN ALMAK İÇİN: http://www.idefix.com/kitap/icimdekiler-mert-yuksel/tanim.asp?sid=HAYI5BEYP3JMG0TWXJEL

15 Eylül 2013 Pazar

DENEDİM: HERKESİN BİR OKULU VAR

Herkesin bir okulu var kafasında, herkesin bir ilk günü. Ben ilk günümü hatırlayamayacak kadar eski olanlardanım artık. Gözlerimde arta kalan sadece birkaç poz siyah beyaz fotoğraf karesi… Siyah beyaz birkaç fotoğraf karesi evet, siyah beyaz olmasın da ne olsun dedirten! Simsiyah bir önlük ve beyazın hakkını veren kolalı bir yaka. Yaka ki günlerce keskinliğini kaybetmeyen. Yaka ki her pazartesi yenisiyle değişen bir  mösyö giyotin.

İlk kez sıraya girdiğim gün bende yok. Ama annemin beni almak için geç kaldığı bir cuma gününün gözyaşlarını, amcaların teyzelerin bana acıyan gözlerle bakıp beni teselliye çalıştığını dün gibi hatırlıyorum. Burnuma ne yazık ki artık iki katlı sevimli okulumuzun tatlı tatlı vernik kokan sınıfları  gelmiyor da kulaklarımdaki ahşap tabanların gıcırtısı nedense hiç silinmiyor, öylece duruyor.
Okul denince hemen sıraya girip gevrek ayran alanlardanım ben. Eminim aranızda gevreği gazozdan başkasına yâr etmeyenler de vardı, saygı duyarım. Naylondan paltosunu sıcak soba borusuna bırakanlardanım ayrıca ben. Pantolonunu mütemadiyen sıraya taktıranlardanım.

Bir rontun baş karakteri oluyorum bazı geceler rüyamda. Öğretmenimin elime tutuşturduğu isli camdan güneşe bakıyorum. Bazen önünden geçerken bayrak direğine gözüm takılıyor da “Neydi ki diyorum her cuma beni bayrağı çekmek için yalvartan”,  yalvarmak deyince birden bir başka ağlamaklı hal beliriyor hafızamda, kırmızı okuma kurdelasını gevezeliğim yüzünden öğretmenimin yakama en son takması canlanıyor.

Bir grup çocuğun karşısına geçip şarkı söylemenin, taklitler yapmanın güzel olduğu günlerim var. Sayılarla aramın bugünkü gibi iyi olmadığı, bazı şeyleri o günkü gibi hiç anlayamadığım günlerim gibi. Sadakat belki de o günlerden mirastır bana. Kafamda bizi bırakıp gitmeyeceğini bildiğim bir öğretmenim var , bizi beş koca yıl bir gün dahi bırakmayan. Beş koca yılın sonunda hüngür hüngür ağlatan anılarım var. Diyorum ya herkesin bir okulu var işte kafasında.


Herkesin bir okulu var evet, herkesin gözlerinde bir okul günleri kolajı.  Benimkisi bazılarınızınki gibi siyah beyaz. Bir çocuk var gri bulutların göğü sardığı yağmurlu bir günde su birikintilerinde defne yaprakları yüzdürüyor. Bir çocuk pota demirlerinde kafasını yarmak pahasına kendini döndürüyor. Karınca dövüştürüyor uzun bir teneffüste ya da kola kutusunu ezip soluk soluğa bir maça koşuyor. Bir çocuk var o cıvıl cıvıl okul bahçesinde, nasıl geldiğini bilmiyor bu günlere ki  nasıl geçtiğini de koskoca 25 yılın…  

4 Eylül 2013 Çarşamba

İZLEDİM: KELEBEĞİN RÜYASI


Yoğun bir döneme rastladığı için Kelebeğin Rüyası'nı izleyememiştim. Geçen gün bir fırsat yaratıp bu güzel Yılmaz Erdoğan filmini izledim. Filmin sonunda-aslında film boyunca- boğazımda bir yumru varmış da yutkunamıyormuşum hissine kapıldım. Film bitti ve araştırmaya başladım. Filmde başrolü paylaşan iki kahramanın gerçek kişiler olduğunu öğrenince utandığımı itiraf etmeliyim. Şiirle bunca ilgiliyken nasıl olmuştu da Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu'yu daha önce hiç duymamıştım? Bu da kendi adıma "öğrenmenin yaşı yoktur" savını destekleyen bir durum oldu.

Film genel izleyiciyi etkilemiştir buna şüphe yok ancak edebiyatseveri iki kat etkilemiştir diye düşünüyorum. Yılmaz Erdoğan'ın Zonguldak'ta yaşayan ve henüz 20'li yaşlarının başlarında verem yüzünden hayatlarını kaybeden iki edebiyat tutkununu beyazperdeye taşımasını takdir ettim doğrusu. Şiirleri vasıtasıyla edebi kişiliğine de aşina olduğum Erdoğan'ın kenarda köşede kalmış ve gencecik yaşta hayata veda etmiş bu iki sıkı dostun dramını filmine konu etmesi beni şaşırtmadı. Buna rağmen Yeşilçam'da beni şaşırtan çok şey var elbet bunların en önemlisi de  edebiyat dünyamızda hayatıyla beyazperdeye yakışan bunca  isim varken onların filmler sayesinde izleyiciyle buluşamaması tabii ki. Senaristlerin böylesine büyük bir deryadan yeterince balık tutamamasına inanamıyorum gerçekten.  

Filmde cins şairlerimiz arasında adı büyük harflerle yazılabilecek Behçet Necatigil, genç şairlerin fikir babası ve hocası olarak yer alıyor. Hayalimdeki Behçet Necatigil'den çok da farklı bir portre çizmemiş Erdoğan. Evlerin Şairi unvanına uyabilecek sakinlikte ve babacanlıkta bir karakter yansıtmış perdeye. Rüştü Onur ve Muzaffer Uslu'yu canlandıran iki sanatçı da rollerinin hakkını veriyor allah için. Hem Mert Fırat hem de Kıvanç Tatlıtuğ içlerinde edebiyat aşkını barındıran sanatçıların her halini başarı ile yansıtıyor. Belçim Erdoğan'ın oyunculuğuna karşıma çıktığı ilk andan beri mesafeli yaklaştım, nedense bu filmde de görüşüm değişmiyor.

Filmde döneme dair aklımı kurcalayan, "Gerçekten böyle miymiş?" dediğim olaylarla da karşılaşmış oldum. Mesela Zonguldak'taki kömür madenlerinde çalışan köylülerin mükellef olma durumları beni çok şaşırttı. Bir anlamda cezaevi şartlarında çalışıyorlardı açlık ve yokluk içinde kıvranan bu insanlar. Verem'in ülkemizde 1940'larda bu kadar etkili olduğunu bilmiyordum mesela. Verem'in 1900'lü yılların başında tehdit olmaktan çıktığını ve  Heybeliada'daki senatoryuma hastaların sıra ile  alındığını da...

Filmde pek çok şiir sever gibi beni derinden etkileyen kareler tabii ki şiire ve edebiyata ilişkindi. Şairlerimizin Varlık dergisinde yayımlanacak şiirlerini beklemeleri, iki gencin bırakın daktiloyu kağıdın bile zor bulunduğu yıllarda şiirlerini duvarlara yazma pahasına edebiyata tutkuyla bağlı oluşları, her şair gibi şiirlerine fazlaca güvenmeleri ... Eserlerinin yayımlanmasını beklemeyenin bilemeyeceği türden duygulardı bunlar. 

Sözün kısası, edebiyat dünyasında basitliğiyle kenara itilmiş olsa da her zaman bana sempatik gelmiş olan Garip'in hüküm sürdüğü yıllarda, o akıma bağlı şiirler kaleme alarak Varlık'ta boy göstermeye çalışan hevesli,idealist şairleri ekranda görünce duygulandım. Onların sefalet içinde ölmeleri üzmedi mi beni, tabii ki üzdü ama onlar için ölümün değil de tarih içinde silinip gitmenin ne denli büyük bir acı olduğunu anladığımda sevindim. Çünkü bu iki şair asla ama asla unutulmayacaklar ve şiirleriyle yaşayacaklardı. İki dostun şiirleri Varlık'ta yayımlanınca bir şiirimin ilk kez bir edebiyat dergisinde yayımlandığı gün geldi aklıma. Sevindiğim, gurur duyduğum, işte bu! dediğim gün...  Necatigil gibi bir ustanın, bir yol göstericinin eksikliğini de hissettim film bitince. Cins şairlerin hayatın içinde gerçek bir birey olarak yer aldığını, öğrenciler yetiştirdiğini, yol gösterdiğini görüp durumuma hayıflandım. Gencecik yaşta verem yüzünden hayatlarını kaybeden bu iki dosta "Ne şanslıymışsınız arkadaşlar !" dedim kısık bir sesle.

2 Eylül 2013 Pazartesi

DENEDİM: SAMİMİYET


Ataç’a öykündüğümü bilin de isterseniz sonrasında “Bu ne samimiyet ey muharrir bozuntusu?” ; “Ne bu böyle selamlar sabahlar ?” diye yadırgayın beni.
 Selam  ey kârî, bu da Mehmet Âkifvâri olsun!
Madem samimiyetten ve onsuzluktan yani  yapmacıklıklardan bahsedeceğim, samimi olmalıyım değil mi?  Evet samimice itiraf etmeliyim ki bunları yazmak üstâd Ataç’ın bir denemesini okuduktan sonra aklıma düştü.  Sadece üstâd bir şeyler düşünüyor değil ya samimiyet üzerine, bizim de yarım yamalak olsa bile birkaç sözümüz var elbet.
 Samimiyet denince nedense aklıma yapmacık hareketleri olan, etrafına “Samimiyim ben portresi çizen insanlar” geliyor. Samimiyeti yapmacıklıkla özdeşleştirmemin, bu güzel davranışa böyle olumsuz yaklaşmamın elbette bilinçaltımda uyuyan sebepleri olmalı.
Konu samimiyet olunca insanları üçe ayırıyorum: Samimi olanlar, samimi olmayı başaramayanlar  ve samimi taklidi yapanlar. Samimi insanlar iyi niyetlerini insana dair güzel hareketlerle süsleyebilen ideal insanlar benim gözümde. Samimi olamayanlar özlerinde iyi ama bunu davranışa dökemeyenler. Ustalıkla samimi taklidi yapabilen grupsa belki de insan hayatının en tehlikelileri. Hiçbir insanın doğuştan kötü olamayacağına inanan ben, böyle insanlarla karşılaştığımda bu insanların neler yaşayıp  da o hale geldiklerini düşünüyor, nasıl  usta bir oyuncu gibi taklit yapabildiklerine hayret ediyorum.  Bütün bunları düşünürken insanın kendine toz konduramayan, hayatı çevresindeki insanlardan ibaret sayan  ve  genelde empati özürlü bir varlık olduğu gerçeğini aklımdan bir an bile çıkarmıyorum.
Evet sevgili okur, kendime insan sarrafı yakıştırmasını yaparsam yalan söylemiş olurum. İnsanlar hakkında her normal insan kadar fikir üretebiliyorum.  Sözgelimi alıngan bir insanın alıngan olduğunu anlamam acı bir tecrübe sonucu ve çok sonra gerçekleşebiliyor. Kıskanç bir insanın varlığını yıllar sonra öğrenebiliyorum.   Bu ve buna benzer örneklere rağmen söylemeliyim ki yapmacık bir insanı çok kısa sayılabilecek bir süre içerisinde algılayabiliyorum. Sevimli görünmek için atılmış bir bakış, bir cana yakınmış gibi sergilenen davranış, ağızdan birbiri ardına kolayca dökülen sevgi sözcükleri ve pek tabii yazıyla asla anlatılamayacak insanın altıncı hissini harekete geçiren envai çeşit jest ve mimik.
            Biliyorum ki benim gibi tespitler yapanlar oldukça çok aranızda  ki onlar bahsi geçen insanların çıkarları uğruna giremeyecekleri rol olmadığını gayet  iyi bilirler. Hal hatır sorulmamış birkaç ayın ardından ucunda çıkar hesaplarının döndüğü besbelli bir buluşma çağrısını tiksinerek kabul etmek zorunda kalanlardan bahsediyorum yahu. Evet siz, benim gibi tespitler yapabilen okurlarım! Bazen siz değil misiniz en iyi repliklerle süslenmiş ve sinema perdesine yansıtılsa göz yaşartacak bir yardım çağrısına “evet” demekten başka seçeneği kalmayanlar ? Bu evetin ardından yine ketenpereye getirildiğinizi, kullanıldığınızı hissedip hırs küpüne dönenler ? Buradan da şu sonuç çıkıyor değil mi ? Yapmacık davranışları olan insanları tespit edebilmek yalnızca kullanıldığınız hissini anlamlandırabilmede “ilk” aşamadır. Böyle bir insanı tespit ettiğinizde yalnızca ileride o yapmacıklığın kurbanı olabileceğinizin olasılığını bilebilirsiniz. Bu tespit yeteneğiniz ne yazık ki bir daha kullanılmayacağınız anlamına da gelmez.  Bu insanlara “hayır” diyebilmek ancak ve ancak yeni bir yazının konusu olabilir.


Kalın sağlıcakla!